Bir ‘Büyük Dönüşüm’den Notlar

ÖZELLİKLE GERİLİM ANLARINDA insana yeryüzü dar geliverir de, bulunduğu halden başka bir hali düşünemez olur. Sanki hep böyle olacakmış, sanki devran hep böyle dönecekmiş gibi gelir. Zahirî tazyiklerin altında, kolunu kanadını kıran müthiş bir ümitsizlik kuşatır insanın iç dünyasını.

Halbuki, Rabb-ı Rahîm’in Kelâm-ı Ezelîsinde bildirdiği üzere, bir hikmete binaen, ‘günler döndürülür.’ Bir zaman ehl-i iman galebe çalar, başka bir zaman küfür veya gaflet hâkim gözükür. Bedir’de mü’minler galip gelir, Uhud’da sonuç müşriklerin lehine olur. Mekke’nin fethinin hemen akabinde, Huneyn’in başında mü’minler bozguna uğrarlar, buna karşılık sonuç yine onların lehine olur.

Günlerin ve devranın bu şekilde döndürülüşü, bu dünyanın imtihan dünyası oluşunun bir gereğidir gerçekte. Böylesi geliş gidişler ve iniş çıkışlar iledir ki, elmas ruhlar ile kömür ruhlar ayrışır; ayrıca, elmas ruhlar içinde de, bu elmasların her birinin kalitesi ve derecesi anlaşılmış olur.

Öte taraftan, bu böyle olmakla birlikte, ‘fıtrî meyelân mukavemetsûzdur.’ Nitekim, ağaç olma istidadı taşıyan bir tohuma en sert kaya dahi direnemez. Su, buz haline gelince, en sert demiri parçalar. Ufacık kar taneleri, Rablerinin izniyle, göklerin ve yerin Rabbine ‘meydan okuyan’ Challenger’ları unufak ediverir. Güneş balçıkla sıvanmaz. Irmaklar tersine akmaz.

İşte bu bakımdan, hakikat ve hak, âlemler Rabbinin Hak ismine dayanıyor olmaları itibarıyla, hakikat-ı halde her zaman galip ve geçerlidir; buna karşılık, imtihan sırrı uyarınca, zahirde salınımlar ve gel-gitler yaşanır durur. Güneş hiçbir zaman söndürülememekle birlikte, birileri gözünü kapatıp gündüzü kendine gece yapar, birileri belli bir mekânda güneşin önüne perdeler dizerek oturur, birileri güneşin bir müddet görülmemesine sebep olacak setler, duvarlar diker. Yahut, önüne dikilen setler, barajlar ile ırmakların akışı bir zaman için durdurulmuş gibi gözükür.

Bu zahirî duraklama veya gerilemelerin her biri, bir kez daha belirtelim, ruhların kalitesinin açığa çıkmasını sağlayan sınanmalardır. Ve bu ‘test etme’ hengâmında, göstergelerin ‘olumsuz’ çıktığı, yeryüzünün bütün genişliğine rağmen insana dar geldiği anlar vardır.

Böylesi zamanlarda ise, Rabb-ı Rahîm’in ‘en güzel örnek’ olarak yarattığı Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselamın yaşadığı zamana, Asr-ı Saadete dikkatle bakmanın özel bir anlamı ve değeri vardır. Yaşadığı zaman ve zeminde tam da ‘böyle gelmiş böyle gider’ ümitsizliğine kapılıp gidecekken, Asr-ı Saadet yıllarını birbiri ardınca izleyerek, ‘devran hep böyle dönmez’ sonucuna ulaşır insan.

Gerçekten, Asr-ı Saadette yaşanan büyük dönüşüm, her çağın mü’minine, olayları, zamanı ve kişileri o anki halleri üzere sabit ve kâim görmeme dersini verir. Bu büyük dönüşüm, mü’minin zihin kapılarını, dün en amansız düşman olanın yarın en yakın dost olabileceği ihtimaline kadar açar. En ziyade ‘ümitsiz vak’a’ dediğimiz durumlardan dahi ümitvar sonuçlar çıkabileceğini göstererek, insanı, yeis ve tembellikten alıp şevke ve gayrete getirir.

İslâm’ın zuhuru hengâmında daha en baştan itibaren İslâm’a karşı en sert düşmanlığı gösteren kimselere ve onların çevresine bakıldığında gerçekleşen, tam anlamıyla budur.

Peki, Mekke’de Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselama ve İslâm’a karşı en amansız düşmanlık sergileyen müşrikler kimlerdir?

Elbette, ilk anda akla gelen, Ebu Cehil’dir. Ama liste, Ebu Leheb, Ukbe b. Ebi Muayt, Ümeyye b. Halef, Velid b. Muğîre, Âs b. Vâil, Utbe b. Rebia, Ebu Süfyan Sahr b. Harb, Süheyl b. Amr, Ebu Uhayha Saîd b. Âs, Abdullah b. Zibârâ... diye uzayıp gitmektedir.

Hepsi de amansız İslâm düşmanı olan bu insanların çocuklarının, en azından onların ölümünden sonra kabilelerinin lideri veya etkili ismi olma hesabıyla, baştan itibaren aynı safta yer aldıkları düşünülür. Nitekim, bazıları için durum gerçekten budur.

Ama, yalnızca bazıları için.

Buna karşılık, o gün için Mekke’nin reisi konumunda olan Utbe b. Rebia’nın oğlu Huzeyfe—amcası Şeybe, ablası Hind, kardeşi Velid’in de şirkte apaçık ısrarına rağmen—ilk Müslümanlar arasında yer almıştır. İslâm aleyhine girişilen teşebbüslere para akıtan Ebu Uhayha ile birlikte büyük oğlu Eban da şirkte kalırken, diğer iki oğul Halid ve Amr, hanımlarıyla birlikte, yine ilk Müslümanlar arasındadır. Öte yandan, yirmi yıl İslâm’a karşı savaşan Süheyl, daha en başta, iki kardeşi Sekran ile Hâtıb’ı, eşleriyle birlikte, ilk Müslümanlar safında görmüştür. Dahası, oğulları Abdullah ve Ebu Cendel, kızları Sehle ve Ümmü Külsûm da, fazla gecikmeden ve tereddüt göstermeden, Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselamın tevhid çağrısına uymuşlardır. Amr b. Âs ileriye dönük bir liderlik hesabıyla Resûlullah’a ‘ebter’ diyen nasipsiz babası Âs b. Vâil’in yolunda yürürken, kendi oğlu Abdullah, babasının ve dedesinin yolunu çoktan terketmiş haldedir. Ebu Süfyan ise, oğullarını kendi yolunda tutabilmiş, ama kızı Ümmü Habibe’nin ilk Müslümanlar arasında yer almasını engelleyememiştir.

Yıllar biraz daha ilerledikçe, bu örneklere yenilerinin eklendiği görülür. Mekke’nin kibirli büyüğü Velid b. Muğîre’nin küçük oğlu Velid b. Velid İslâm saflarındadır artık. Secdede iken sırtına deve işkembesi bırakma gibi en alçak eziyetleri dahi Resûlullah’a reva gören insanlık fukarası Ukbe b. Ebi Muayt’ın karısı, kızı ve oğlu da birer Müslüman olarak çıkar karşımıza. Ukbe’nin amansız İslâm ve Resûlullah düşmanlığı, kendi evinde, kendi eşi ve çocukları nezdinde karşılık bulmamıştır.

Öte yandan, aynı zaman diliminde, Medine’de de benzer manzaralar yaşanır. Meselâ, Resûlullah aleyhissalâtu vesselamı yalancılıkla itham eden; sonra yandaşlarını alıp Mekke’ye gelerek onları savaşa kışkırtan; Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarının müsebbibleri arasında yer alan Ebu Âmir Fâsık’ın oğlu Hanzale b. Ebu Âmir, en halis mü’minler arasındadır. Medine münafıklarının başı ve Ebu Âmir Fâsık’ın kuzeni Abdullah b. Übeyy de, kalbinde hastalık olanlara nifak bulaştırmış; ama kendi oğlu Abdullah ile kızı Cemile’yi aldatamamıştır. Resûlullah’a karşı Medine Yahudileri içinde en amansız düşmanlığı sergileyen ve Benî Nadîr Yahudilerinin lideri olan Huyey b. Ahtab da, biraz daha yaşamış olsa, kızı Safiyye’yi, mü’min olmanın ötesinde, ‘mü’- minlerin annesi’ olarak görecektir!

Zaman biraz daha ilerleyince, üç büyük savaşta—Bedir, U- hud ve Hendek’te—Müslümanlara karşı en etkili hücumları yöneten ve Uhud’daki hezimetin baş mimarı olan Halid b. Velid’i, Amr b. Âs ve Osman b. Talha ile birlikte Medine yollarında görürüz. Halid, Kureyş müşriklerinin akıl hocası Velid b. Muğîre’nin büyük oğludur. Amr, yine Kureyş müşriklerinin en azılılarından Âs b. Vâil’in oğludur. Osman’ın babası, amcası ve dört kardeşi ise, Uhud’da müşriklerin sancaktarı olarak herkesten önce mü’minlere karşı kılıç sıyırmış, ama hepsi de öldürülmüşlerdir. Hepsi de, gerek babalarından aldıkları şirk telkini, gerek kavimleri içindeki liderlik konumları, gerek şirkteki inatlarını besleyen şahsî hesap ve kinleri itibarıyla, “Başka herkes Müslüman olsa da ben Müslüman olmam” deyip durmuş insanlardır. Ama, birbirlerinden habersiz, mü’min olma niyetiyle Mekke’- den ayrılmış; kader onları Medine yolunda kalbleri imana açık, küfre ise yüz çevirmiş bir halde birbiriyle buluşturmuştur. Onlardan az zaman sonra, Ebu Uhayha’nın büyük oğlu Eban, daha da sonra, vaktiyle Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselama karşı incitici şiirler yazmış bulunan Ebu Süfyan b. Hâris de Müslüman olacaktır.

Zaman biraz daha ilerleyip, sekiz yıl önce ‘ikinin birincisi’ yahut ‘üçüncüleri Allah olan iki kişi’ olarak ölüm tehdidi altında arkadaşı Hz. Ebu Bekir ile birlikte Mekke’den gizlice hicrete mecbur kalan Resûl-i Ekrem (a.s.m.) fetih niyetiyle Mekke üzerine yürüdüğünde, Hakîm b. Hizam, Cübeyr b. Mut’im, Ebu Süfyan b. Harb gibi, yaşça Resûl-i Ekrem’e yakın, hatta—Ebu Süfyan örneğinde—yaşça ondan büyük olup kavminin de lideri hükmündeki insanların İslâm’a girdiği görülecektir.

Resûl-i Ekrem’in Mekke’yi fethettiği günlerde ise, Ebu Süfyan’ın karısı ve Utbe b. Rebia’nın kızı Hind, Ebu Uhayha’nın kızları, Ebu Cehil’in gelini ve kızı, Velid b. Muğîre’nin kızı Müslüman olur.

Mekke’nin fethinin akabinde Müslüman olanlar arasında da hayli şaşırtıcı isimler vardır. Mekke’nin fethi sırasında dahi anlaşmaya rağmen mü’minlere kılıç savuran İkrime b. Ebu Cehil, Süheyl b. Amr ve Safvan b. Ümeyye iki ay içinde Müslüman olmuşlar; ve, Müslümanlıklarının ‘mecburiyetten’ değil, ‘içtenlikle’ olduğunu sonraki hayatlarıyla belgelemişlerdir. Resûl-i Ekrem’in ‘zamanın Firavunu’ dediği Ebu Cehil’in oğlu da ashabdandır artık! Bilâl’e o acımasız işkenceleri yapan, onun “Ehad! Ehad!” diye sebat etmesi karşısında işkencesini kat kat arttıran ‘küfrün başı’ Ümeyye b. Halef’in oğlu ve de “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” sorusunu soran Übey b. Halef’in yeğeni Safvan da, çürümüş kemikleri yoktan yarattığı gibi yeniden diriltecek olan Zât-ı Ehad-ı Samed’e inanmaktadır artık! Rabb-ı Rahîm, ayrıca, Ebu Leheb’in iki oğlu Utbe ve Muattib’i de hidayetle şereflendirmiştir. Keza, o güne kadar İslâm aleyhinde ellerinden geleni esirgememiş olan Huvaytıb b. Abduluzzâ, Mikrez b. Hafs, Abdullah b. Zibârâ da Müslüman olmuşlardır.

Bu isimler, Asr-ı Saadette yaşanan büyük dönüşümün en çarpıcı örneklerini oluşturmakla birlikte, örnekler onlardan ibaret de değildir. Öte yandan, bu örneklerin her biri, kendi iç dünyalarında yaşadıkları muhasebe ile hidayet bulduktan az zaman sonra, imanî ve insanî açıdan muazzam mesafeler de almışlardır.

Asr-ı Saadet vesilesiyle bize sunulan bu tablo ise, ‘günlerin döndürülmesi’ sırrınca küfür ve ilhadın zahiren ve de geçici bir süre için galebe çalması karşısında bunalan bugünün mü’minlerine eşsiz bir menfez sunmakta; iç dünyalarımızda, olayları ve kişileri mevcut halleriyle dondurup sabitlemek yerine, bu Asr-ı Saadet tablolarının benzerini bu zamanda tecrübe etme yönünde bir ümit, cehd ve gayret uyandırmaktadır.

Asr-ı Saadet’in bu ‘hidayet’ tablolarının belgelediği gibi, fıtrî meyelân mukavemetsûzdur. Bazı insanlar her zaman, çoğu insan ise bir zaman için aldatılabilir. Ama yalanı, yanlışı ve bâtılı ilânihâye hak ve hakikat diye gösterip herkesi sonsuza kadar kandırmanın imkânı yoktur. Küfrü seçenlerin galebe çaldıkları günler de olsa, mumlarının söneceği bir yatsı muhakkak vardır ve o yatsının sabahında insanlar hakikat Güneşinin benzersiz aydınlığıyla tanışmışlardır.

Dolayısıyla, bugün esbabın sukut etmiş, yeryüzünün daralmış, imkânların tükenmiş gözüktüğü bir vasatta olunduğunu düşünen mü’minlerin, bugün en şedit düşman gözüken kimi kişilerin bile—Ebu Süfyan, Safvan, İkrime, Halid, yahut Süheyl misali—günün birinde hakkı teslim edebileceği ihtimaline açık olmaları; keza, İslâm’a en sert düşmanlık sergileyen bir neslin kendi çocuklarının dahi İslâm’ın en samimî hâdimleri olacaklarını ummaları gerekmektedir.

Elbette, ölçüsüz bir açıklık ve de boş bir umuntu değildir bu. Bilakis, Resûl-i Ekrem (a.s.m.) ve ashabının sergilediği üzere, şartlar ne olursa olsun imanını yaşamaktan ve hakikatı tebliğden geri durmayan bir sabır, sebat ve azim ile desteklenen ölçülü bir açıklık ve hakikatlı bir beklenti gerekmektedir.

İnsanların akın akın İslâm’a koştukları şükür günleri, zor zamanlardaki bu sabır ve sekînetin ardısıra gelmektedir.

Diğer bir deyişle, bugün karşımızda gözüken insanları yarın yanımızda görmenin yolu, bizim saf veya şerit değiştirmemizden değil, doğru yolda doğru biçimde yürümemizden geçmektedir.


Konular