Metin Karabaşoğlu

İblisin Tahtı

Çeyrek asır önce, ‘dergi yayıncılığı’ denilen bir açıdan çok meşakkatli ama bir diğer açıdan muazzam derecede öğretici ve tatlı meşgaleyle henüz tanıştığım sıralarda, dergicilik adına çok ders aldığım Psychology Today dergisinden bir anekdotu aktarmıştık ilk göz ağrımız Köprü’nün sayfalarına. Anekdot, Amerika’da yapılan ve insanların plajlara gidiş sebebini sorgulayan bir araştırmaya dairdi. Rakamları yirmibeş yıl sonra aklımda tutuyor değilim; ama araştırmanın en çarpıcı sonucunu hiç unutmadım.

Camide Dans Var

Günlerden Cuma. Vakit öğleye yaklaşıyor. “Namaz için hangi camiye gitsem?” Aklıma, hep gidip durduğum camiler yerine, şehrin oturduğum kesimini ikiye bölen anayolun öbür yakasındaki gecekondular arasında gündüz konmuş camilerden birine gitmek düşüyor. Yola koyuluyorum. Kimine göre nüfus artışının getirdiği bir zorunluluk, kimine göre ise büyüklenme tutkusunun tezahürü olan apartmanları yavaş yavaş ardıma alıyorum. Yürüdükçe, kat sayıları düşüyor. 10, 9, 8, 7, 6 derken, tek katlı, nadiren iki katlı evlerin ortasına varıyorum.

Kadınlar, Dikkat!

BİR 'ERKEK hareketi' olarak feminizmin kadına verdiği zarar onu erkekleştirmesi, erkeğe verdiği zarar onu kadınlaştırması, aileye verdiği zarar taşları yerinden oynatması, çocuklara verdiği zarar onları 'babalaşmış anneler' ve 'anneleşmiş babalar' ile yüzyüze getirmesidir. Rabb-ı Rahîm'in çok hikmetler ile koyduğu ve birbirini tamamlar nitelikteki farklı özellikler, feminizmin elinde bir rakibe dönüşmüş; sonuç itibarıyla, kadınlar erkekleşmiştir.

Tesettür Bahsinde Unutulan

YAŞADIĞIMIZ ÜLKEDE, yetmiş küsur yıldan beri, yönetime hâkim olan zümrenin tesettürsüzlük yönünde bir teşvik ve hatta dayatmasının; tesettür yönünde ise bir sakındırma ve hatta zecrî müdahalesinin olduğunu söylemek, zor değil. Ninelerimizden işittiğimiz bizatihî yaşadıkları tecrübelerden bugün tesettür karşısında yaşananlara kadar, bu vâkıayı izah sadedinde ortaya konabilecek bir dizi örnek hadise mevcut.

Bir ‘Büyük Dönüşüm’den Notlar

ÖZELLİKLE GERİLİM ANLARINDA insana yeryüzü dar geliverir de, bulunduğu halden başka bir hali düşünemez olur. Sanki hep böyle olacakmış, sanki devran hep böyle dönecekmiş gibi gelir. Zahirî tazyiklerin altında, kolunu kanadını kıran müthiş bir ümitsizlik kuşatır insanın iç dünyasını.

Mum Dibini Işıtmazsa

Bugün Kendisi ehl-i dinden olan, hatta tüm mesaisini bu yolda sarfeden birçok insanın çocuklarının, aynı yolun yolcusu olmadığı bir vâkıadır. Aynı şekilde, ehl-i din olmaya karar vermiş gençlerin önemli bir bölümünün, dine hayatlarında öyle çok da yer vermeyen ailelerden geldiği görülmektedir.

Kadınlar, Dikkat!

Bir 'ERKEK hareketi' olarak feminizmin kadına verdiği zarar onu erkekleştirmesi, erkeğe verdiği zarar onu kadınlaştırması, aileye verdiği zarar taşları yerinden oynatması, çocuklara verdiği zarar onları 'babalaşmış anneler' ve 'anneleşmiş babalar' ile yüzyüze getirmesidir. Rabb-ı Rahîm'in çok hikmetler ile koyduğu ve birbirini tamamlar nitelikteki farklı özellikler, feminizmin elinde bir rakibe dönüşmüş; sonuç itibarıyla, kadınlar erkekleşmiştir.

Aşk Asla Yetmez

Bir işin gerek şartı aynı zamanda yeter şart olmadığı gibi, parça da bütün değildir. Gelin görün ki, insanoğlu çoğu kez gerek şartı yeter şart zanneder ve çoğunlukla parçayı bütünle özdeşleştirir. Zira, bir iş gerek şart olmaksızın gerçekleşmez ve bir bütün parça tamam olmadan bütün olmaz. Ve bu durum, dikkatlerin kendisi olmadan sonucun gerçekleşmediği ‘gerek şart’ ile kendisi olmadan bütünün yarım kaldığı ‘parça’ üzerinde yoğunlaştırır. Bu yoğunluk—parça-bütün ilişkisi gözden kaçtığı ve gerek şartın yeter şart olmadığı unutulduğu takdirde—sair şartlara ve sair parçalara, hatta işin ve bütünün tamamına dair bir algı körlüğünü getirir. Bu körlük, idraki daraltır. Sonuç parçanın bütünün tamamı imiş gibi muamele görmesi, ‘gerek şart’ın ise ‘yeter şart’ makamına terfi etmesidir.

Aşk...

Değerli, gerçek, ciddi, ciddiye alınması gereken bir duyguydu aşk. Soylu bir duyguydu. İnsanın gerek kişilik olarak incelmesi, gerek Rabbini her işine vekîl tutmayı öğrenmesi için âşık olmasının lüzumuna da inanır olmuştum; ama ortalıkta görünen ‘aşk’ muhabbetleri bana benim anladığım aşktan söz etmiyordu. Ayağı yerden, duygusu gerçeklikten kesik bir melâl hali, bir sevda, bir hülya; hayır, aşk bu olamazdı. Aşk, önce ayağı yerden kesilmek, sonra da dümdüz yere çakılmak sûretinde yaşanması mukadder bir duygu olamazdı. Bir sevmede, bir bakmada, bir öpmede insanı batıran bir kör nokta olmamalıydı o.

Ahir Zamanda Genç Olmak!

BİR MAYIS GÜNÜ, artık orta yaşlılığa terfi etmiş biri olarak yollardaydım. Hava, tam bir bahar havasıydı. 'Ahir zamanda çocuk olma'nın bütün ağırlığını yaşayan çocuklarımızı, biraz hafiflemeleri arzusuyla, erkenden ninelerine götürmüştü hanım. Çocuklar hem nine, hem de toprak yüzü göreceklerdi. Ben ise ihtida öyküleriyle meşguldüm. Hayatında ilk kez üniversitede iken bir müslümanla, üniversite bitiminde ise İslâm'la tanışan bir hanımın önyargılarla cedelleştiği nice yıllardan sonra İslâm'a gelişinin öyküsünü Türkçe'ye aktarmaya çalışmış; bu arada, bir hayli bunalmıştım. Hava güneşliydi ve güneş yakmıyordu. Bahar beni dışarıya davet ediyor, yorgun zihnim yeni bir ihtida öyküsünün tercümesine elvermiyordu.

Bir İftira İle Gelen

SAADET ASRINDA sahabilerin yaşadığı olayların en unutulmazlarından biri, Hz. Âişe’yi hedef alan bir iftira sonrasında yaşananlardır. Bu iftiranın üretildiği ânı takip eden günler ve haftalar boyu, Âişe validemizi, Resûlullah’ı, Ebu Bekir ailesini ve bir bütün olarak mü’minler topluluğunu feci şekilde sarsan bir sınanmadır yaşanan. Sebepler dairesinde ne Hz. Âişe’nin(r.a.), ne eşi Hz. Peygamberin, ne babası Hz. Ebu Bekir’in çözmesi mümkün olmayan iftira düğümünün gelen vahiyle çözülmesi ise, o gün bugündür müthiş bir ehadiyet dersi verir anlayana. Ki, sahabiler, bu dersi en iyi anlayan insanlardır; zira bu dersi, ilk elden, capcanlı, taptaze bir halde almışlardır.

Haya İle Gelen Yükselişler

BİR HADİSİNDE, “ASHÂBIM yıldızlar gibidir” buyurmuştur Hz. Peygamber Aleyhissalatu Wesselam. Onun her biri ‘yıldızlar gibi’ ışık saçan sahabileri içinde Hz. Osman’ın misali, deyim yerindeyse, başka yıldızların ışıltısı arasında kendini pek belli etmeyen bir yıldız, meselâ kutupyıldızı misalidir. Kutupyıldızı gibi... Çünkü, tıpkı onun gibi, Hz. Osman da, ilk bakışta kendini göze farkettiren bir ışık yaymaz. Ama nisbeten zayıf ışığıyla birlikte kutupyıldızı çağlar boyu insanlara yön ve yol gösteren bir yıldız olageldiği gibi, Hz. Osman da bindörtyüz yıldan beri bir yol, bir iz sunmuştur Allah’ın hak yolunun yolcularına.

Oysa, bir kez daha belirtelim, Asr-ı Saadetin büyük olayları içerisinde, Hz. Osman’ın ismi pek önlerde gözükmez. Hz. Peygamber’in hayatını yahut İslâm’ın ilk asrına dair kitapları okuyan herkes, bu örnek asrın hadiseleri içinde Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Hamza, Hz. Ali, Hz. Talha gibi parlayıp ışık saçan simaları görür de, bu simalar arasında Hz. Osman bir derece geride durur.

GÖZLER NASIL KORUNUR

Hayatın en açık gerçeklerinden biri, kuralsız yaşanmadığıdır. En başta, hayat, bir kuralın meyvesidir. İçinde yaşadığımız kâinat, her zerresiyle, bir ?kural?la birlikte vardır. En küçük zerreden en büyük galaksilere kadar her bir şey, bir düzene tâbidir. Tüm mevcudlar ve tüm canlılar, varoluşlarıyla, ?kural? denilen evrensel bir gerçeğin varlığını fısıldar.

Öte yandan, insan, sair mahlukların aksine, duygu ve tutkularına sınır konulmamış bir canlıdır. Karnı doymuş bir aslan, yanından geçen en körpe ceylana bile yan gözle bakmaz. Bir ağaç ihtiyacı kadar suyu alır, biraz daha almaya kalkmaz. Oysa insan, sınır konulmamış duygularıyla, hep daha fazlasını ister. Dünyayı da yutsa, yine tok olmaz. Karnı doysa, yarın için saklar. Yarın için saklasa, önümüzdeki hafta için biriktirir. İşi aylara, yıllara, çoluk-çocuğuna ve sonraki tüm nesillere kadar uzatır; durmaksızın yığar, durmaksızın biriktirir. Duygularına sınır konulmadığı için, sık sık, diğer insanların hakkına da göz diker. Hatta, başka bütün varlıkların hukukuna ilişir.