SİZ KENDİNİZİ DEĞİŞTİRMEDİKÇE

Siz Kendinizi Değiştirmedikçe...

Soru: Kur’an-ı Kerim’de, mealen “Bir toplum, özündeki güzel meziyetleri değiştirmedikçe Allah Teâlâ da onlara lütuf buyurduğu nimetlerini ve iyi hali değiştirmez” buyuruluyor. Bu açıdan, değişip başkalaşmaktan korunabilmemiz ve kendimiz olarak kalabilmemiz için neler tavsiye edersiniz?

Cevap: İnanan insanlar, sürekli tekâmül peşinde bulunmalı, kalbî ve ruhî hayatları itibarıyla hep “diriliş”ler yaşamalı; fakat, aynı zamanda kendi öz değerlerine bağlı, değişme fantezisinden uzak ve durdukları yerde “sabit-kadem” olmalıdırlar. Onlar, her gün yeni bir duyuş, yeni bir seziş, âfak ve enfüse ait yeni bir keşif ve yepyeni tahlil ü terkiplerle imanlarını bir kere daha derinden duymalı, Hak tevfîkine dayanarak inançlarını yeniden inşa etmeli ve sonra da irfanlarının derinliği ölçüsünde bir aksiyon sergilemelidirler. Evet, onlar tekvînî ve teşriî emirlerin mana, muhteva ve özünde bitevî derinleşmeli; böylece, değişimi daha bir olgunlaşma şeklinde anladıklarını ortaya koyarak iç içe inkişaflar gerçekleştirmelidirler. Ne var ki, kendi kimliklerinden uzaklaşma, farklı kültürlerin tesirlerinde kalarak başkalaşma ve öze yabancı bir hal alma anlamlarına gelen bir “değişim”den korkmalı; bu manadaki bir değişikliği bozulma saymalı ve kendilerini ondan korumak için farklı vesilelere sığınmalıdırlar.

Başkalaşma Marazı

Zira, böyle bir deformasyon, nimetlerin bütün bütün kesilmesine ve hem insanların hem de toplumun ilahî azaba uğramasına sebebiyet verebilir. Kur’an-ı Kerim, “Bir millet kendilerinde bulunan güzel ahlâk ve meziyetleri değiştirmedikçe Allah da onlara verdiği nimeti, güzel durumu değiştirmez.” (Enfal, 8/53); “Bir toplum özündeki güzellikleri değiştirmedikçe, Allah Teâlâ da onlara lütuf buyurduğu nimetlerini ve iyi hali tağyir etmez.” (Ra’d, 13/11) buyurarak bu hususa dikkat çekmektedir. Bir toplum, kendisine bahşedilen nimetlere mazhar olduğu andaki iman, marifet, safvet, samimiyet, azim, kararlılık ve hasbîlik gibi yüce hasletlerini yitirmedikten sonra, -ilahî âdete göre- o nimetlerin alınması ve o toplumun derbederliği asla söz konusu değildir.

Aksine, bir heyet-i içtimaiye kendini yücelten ve ayakta tutan bu üstün vasıfları kaybedince, orta sütun çökmüş ve toplum çatısında tamiri imkânsız yıkıntılar meydana gelmiş demektir. Şayet, insanlar, kendilerine bahşedilen nimetlere vesile olan fıtrî misak, güzel ahlâk ve sâlih amel gibi meziyetlerden uzaklaşır, bir deformasyona uğrar ve inanmışlığa yakışan iyi huylarını değiştirirlerse, Cenâb-ı Allah ilahî âdeti muktezasınca o topluluğa ihsan ettiği nimetlerini keser ve onların kötü hale düçar olmalarını hükme bağlar. İçten içe çürüyen, bozulan ve adeta mahiyet değiştiren bir toplum kıymetli bir emanetin emanetçisi olamayacağından dolayı, Allah Teâlâ İslamiyeti yüreklerinde taptaze duyacak yeni bir kavim getirir ve emanetini değişikliğe uğramış kimselerden alıp onlara teslim eder.

Bu itibarla, değişmemek ve hatta değişikliğin en küçüğüne karşı dahi tavır almak çok önemlidir. Unutulmamalıdır ki, bir çeşit başkalaşan her çeşit başkalaşabilir. Diğer bir vesile ile zikrettiğim gibi; İmriü’l-Kays’a isnad edilen bir sözde, “İki şey vardır ki, onları başlatanlar da nerede durduracaklarını bilemezler: Bunlar, savaş ve yangındır.” denilir. Bu söze üçüncü bir hususun daha ilave edilmesi gerektiğini düşünüyorum ki, o da “başkalaşma”dır; evet, bir türlü başkalaşan her türlü başkalaşabilir, dolayısıyla, o kapı hiç aralanmamalıdır.

Bazen başlangıçtaki çok küçük bir değişim, ileride pek büyük başkalaşmalara sebep olabilir. Bu mevzuda bir sızıntının meydana gelmesine bile fırsat vermemek lazımdır. Evet, atalarımızdan tevarüs ettiğimiz dinî ve millî değerlerimizden herhangi biri ile alâkalı en küçük bir kayma, daha sonraları önü alınamaz inhiraflara dönüşebilir. Kimseyi rencide etmek istemediğimden, “şu mesele, bu mesele” diyerek tavzihte bulunmayı düşünmüyorum. Fakat, herkes kendi şahsî hayatı adına öz değerlerimize bağlılığını bir kere daha sorgulamalıdır. Şayet, insan bu mevzuda nefsiyle hesaplaşırken, vazifeleri icabı bir zaruret bulunmamasına rağmen, kendi üzerinde başkalaşma emareleri ve başkalarına benzeme temayülleri görüyorsa, nimetlerin zevalinden çok korkmalı ve henüz fırsat varken yeniden kendi kimliğine ait hususiyetlere bürünmeye çalışmalıdır.

Teşebbüh ve İltihak

Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, “Kim bir kavme benzemeye çalışırsa, o da onlardan sayılır.” buyurmuştur. Bu hadis-i şerifin metninde “başkalarına benzemek” ile alâkalı olarak “teşebbehe” fiili kullanılmıştır ki, bu kelime tefa’ul babındandır. Bu babın hususiyeti de tekellüf ifade etmesidir. Bu açıdan, kerih görülen ve yasaklanan “teşebbüh”, insanın başkalarının adetlerine, geleneklerine, göreneklerine özenmesi; kendini sürekli onlara benzemeye zorlaması ve onlar gibi yaşamak için özel çaba harcaması demektir.

Diğer bir ifadeyle, “teşebbüh”, insanın, kendi kültürünün ve tabiatının dışına kayarak, hatta öz değerlerini hafife alarak, saç-baş, kılık-kıyafet, yeme-içme ve günlük hayat bakımından olduğundan farklı görünmesi, zorla başkalarına benzemeye çalışmasıdır ve sonuç itibarıyla “iltihak”a varıp dayanabilecek bir marazdır. Bu mevzuda, biraz esnek ve gevşek davranan bir insanın, ilk çıkış noktasını unutacak kadar merkezden kopması, zamanla kendinden bütün bütün uzaklaşması, hiç farkına varmadan özendiği ve benzediği o kimselere katılması ve Hak nezdinde de onlardan biri addedilmesi söz konusudur. Binaenaleyh, Nur Müellifi, teşebbüh ve taklit hastalığına yakalananlara şöyle seslenmiştir: “Ey uykuda iken kendilerini ayık zannedenler! Umûr-u diniyede müsamaha veya teşebbühle medenîlere yanaşmayın. Çünkü, aramızdaki dere pek derindir; doldurup hatt-ı muvasalayı temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz, veya dalâlete düşer, boğulursunuz.”

Nitekim, bazı milletlerin teknik ve teknolojik üstünlükleri karşısında başı dönen, bakışı bulanan, medeniyet ve modernite adına gidip gırtlağına kadar onun erâcifine gömülen; özünü, şahsiyetini, benliğini yitirmiş günümüzün bir kısım ruh hastalarının hallerinde bu “iltihak”ı görmek mümkündür. Böyleleri, kat’iyen kendileri olarak duyamaz, kendileri olarak düşünemez ve kendileri olarak zevk alamazlar. Çünkü onlar, inanç, düşünce, kültür, hayat felsefesi, giyim-kuşam ve evin döşemesine kadar her meselede özden uzaklaşmış ve yabancılaşmışlardır. Dolayısıyla da, bütün bir tarih boyunca birikip gelişen örfler, âdetler, dînî duygu ve düşünceler, san’at ve edebiyatın bize ait semereleri onlara hiçbir mana ifade etmez.

Hatta, bazıları kendi değerlerine karşı tiksinti duyacak kadar başkalaşmış ve akl-ı selimi hayrette bırakacak ölçüde fikir inhiraflarına düşmüşlerdir. Camilere sıra koyma ve secde edilecek yerlere tahta döşeme gibi teklifler bu düşünce kaymalarının tezahürleridir. “Ubudiyet izhar etmemek ve ibadet maksadıyla da olsa asla eğilmemek lazımdır; çünkü, insanlarda ubudiyet duygusu geliştikçe ve secde etme isteği pekiştikçe başkalarına köle olma hissi de inkişaf etmektedir. Onun için, çok ciddi bir isyan ahlakı ile kulluğa başkaldırmak gerekmektedir ki köleliğin önü alınabilsin!..” sözü, şayet bu milletin bir ferdinin dudaklarından dökülüyorsa, bir insanın ne ölçüde başkalaşabileceğinin hazin bir misali değil midir?

Öz Değerlere Sadâkat ve İrşadda Üslup

Şu kadar var ki, kendi değerlerimize bağlı kalmamız, içinde yaşadığımız çağın gereklerini gözetmemize mani değildir. Eğer, insan yüce bir dava uğrunda, üzerine farz olan bir vazifeyi eda ederken, “Giyim ve kuşamımdan dolayı dışlanmayayım; ilk bakışta ürkütücü olmayayım!” düşüncesi ve niyeti ile, toplum telâkki, örf, adet, gelenek ve göreneklerine göre davranıyorsa, bunda bir mahzur yoktur; hattâ böyle bir düşünce, takdir ve tebcile lâyık sayılır.

Zaman ve mekana göre, ilk planda insanlara tuhaf gelecek, onları ürkütecek ve kaçıracak hal, tavır, davranış ve fiillerden sakınmak lazımdır. Bu mevzuda da “illa böyle olmalı” diyerek tekellüfe girmemek esastır. Evet, atalarımızdan tevarüs ettiğimiz kaftanımız, cepkenimiz... çok hoşumuza gidebilir. Fakat, bunlar bugün bazı kimselere başka şeyler çağrıştırıyor, bir kıyafetin ötesinde manaları hatırlatıyor ve ürkütücü oluyorsa, -dinimizin ve kültürümüzün temel sınırlarını aşmamak kaydıyla- görüntümüzle de başkalarını kaçırmamaya özen göstermemiz gerekmektedir. Bir gün muhataplarımız bizi genel karakterimiz, ahlakımız ve evrensel insanî değerlerimiz ile tanıdıktan sonra, artık ne giyersek giyelim, nerede ve nasıl olursak olalım, anlayışımıza, halimize ve davranışlarımıza saygı duyacaklardır ve Allah’ın izniyle ondan sonra bir problem kalmayacaktır.

Ne var ki, önde, ortada ve sonda sunulacak şeyler birbirinden farklıdır ve birbirine karıştırılmamalıdır. Uzlaşma, uzlaştırma, hayatı paylaşma ve eşsiz değerlerimizi âleme duyurma gibi yüce gayelerin tercih hakkı vardır ve bunlar mutlaka öne alınmalıdır. Bu gayeleri gerçekleştirmeye matuf olarak yürünülen yolda, füruat kabilinden olan hususlar -dinin esasatını ihlal etmemek şartıyla- ortaya ve sona bırakılmalı; böylece onların en önemli hakikatlerin duyurulmasının önünde birer engel teşkil etmesine mani olunmalıdır.

Tabiî, kültürümüze ait olmayan şeylerin üzerimizde birer âriye gibi durduğuna inanmamız da bizim için bir esastır. Yer, konum ve vazifelerimiz itibarıyla mecbur kaldığımız ya da fayda mülahaza ettiğimiz kılık-kıyafet, hal ve davranışların üzerimizde muvakkaten ve zarurete binaen olduğunu hatırdan dur etmememiz lazımdır. Mesela; “Şunu sırtıma geçirdim ama şöyle bir maslahat gözeterek bunu yaptım!” düşüncesi zihinde hep canlı tutulmalıdır. Aksi halde, öz kültürümüze ait olmayan hususları benimseme ve “iyi oldu” deme de hadis-i şerifte ifade edilen teşebbüh kategorisine girer. O meseleyi bizim aslî hayat felsefemizin ve dünya görüşümüzün bir parçası gibi algılamak bizi bizliğimizden koparır ve sürükleyip götürür. Böyle bir durumda, insan değişim rüzgarının saçıp savurduğu kupkuru bir yaprak haline gelebilir.

Ruhsatları His ve Hevesler Belirlememeli!..

Bu itibarla, dilimizden dinî ve millî telakkilerimize kadar bize ait her şey her zaman çok güzeldir. Bunlar yürümemiz gerekli olan şehrahın işaret taşlarıdır. Şayet, onlarla sınırlanan sahanın dışına adım atacak isek, bu hareketimiz getirisi çok yüksek bir maslahata matuf olmalıdır.

Ne var ki, bazen his ve heves fikir suretine girebilir ve insan yanılarak mefsedeti maslahat zannedebilir. Bu sebeple, yüce bir mefkureye adanmış bir ruh, hiçbir zaman sadece kendi içtihat ve istinbatıyla “Şu işte maslahat var.” dememelidir. Kendi hissiyatına bağlı karar vermekten ve dolayısıyla yanlış hükme varmaktan korkmalı; meseleyi mutlaka işin ehli olan kimselerle istişare etmeli ve başka alternatifler arayarak muhtemel zararı en aza indirmeye çalışmalıdır. Gerçekten de düşündüğü şekilde davranmasında bir maslahat olabilir; fakat, acaba o maslahat bir maslahat-ı mutebere mi, ya da maslahat-ı mürsele mi, yoksa maslahat-ı merdude midir? İşte, hâlis bir mü’min, bu farklılıkları muhakkak gözetmeli ve doğru hüküm verebilmek için kat’iyen o işin öncü ve rehberlerine danışmalıdır.

Selef-i salihîn efendilerimiz, İslam’a karşı insafın hakkını vermek ve temel dinamiklere aykırı düşmemek için en küçük bir meselede dahi şakakları zonklayacak kadar müzakere yapmış ve ancak ilim ehli olan herkesin fikirlerini aldıktan sonra nihaî hükmü beyan etmişlerdir. Ebu Hanife Hazretleri’nin yüzlerce, belki bazen binlerce talebesiyle sabahtan akşama kadar belli mevzularda görüş alışverişinde bulunduğu bilinmektedir. İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed ve hatta İmam Züfer gibi talebelerinin ona muhalif beyanlarda bulundukları; bir hakikatin vuzuha kavuşması için -Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle- öz beyinlerini burunlarından kustukları ve İmam-ı A’zam’ın onların mülahazalarını da dinleyip büyük bir hakperestlikle “İşin hakikati şudur” diyerek, kendi düşüncesine ters de olsa doğrunun yanında yer aldığı herkesin malumudur.

Öyleyse, günümüzün dava erleri de, herhangi bir meselede, hususiyle ileride eda edeceği fonksiyon açısından gaye-i hayale bağlı görülen ve getirisinin büyük olacağı tahmin edilen bir ruhsat söz konusu olduğunda, kendi hisleri ile hareket etmemeli, şahsî yorumlarını esas kriterlerin yerine koymamalı ve mutlaka istişarenin hakkını vermelidirler.

Zira, Hazreti Üstad’ın dualarından bir tanesi de “Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl.” şeklindedir. Evet, nefsimiz, dinimiz, imanımız... her şeyimiz emanet olduğu gibi, hizmet düşüncemiz, dünya görüşümüz ve hayat felsefemiz de bize emanettir. Bunlar, dün başkalarının omuzlarına konmuştu; bugün bizim üzerimizde bulunuyor; yarın da sonraki nesillere aktarılacak. Bu emanetleri deformasyon görmüş bir halde devretmek doğru değildir. Şayet, biz emanetlere sahip çıkmaz, onları gereğince korumaz ve sağlam bir şekilde haleflerimize teslim etmezsek, istikbalin sahiplerini bir ruh travmasına maruz bırakmış oluruz ki, bu hem davaya hem de yarının insanlarına karşı büyük bir haksızlıktır.

Başkalaşmaya Karşı Dostluk Halkaları

Diğer taraftan, insanoğlu kendi sıfat ve tavırlarının çocuğudur. Onun iyi veya kötü vasıflarından hangisi galebe çalarsa, o da o türden hal ve davranışlar göstermeye başlar. Bazen öyle melekleşir ki, ruhanîleri bile gıptaya sevk eder. Bazen de şeytanları utandıracak şirretlikler sergiler. Hazreti Mevlânâ, “Bazen melekler bizim nezaket ve inceliğimize imrenirler; bazen de şeytanlar küstahlığımızdan ürperirler!” derken, zannediyorum, insanoğlunun birbirine zıt bu iki yanını vurgulamak istemiştir. Evet, insan kimi zaman yerin derinliklerine doğru çekilecek bir ağırlığa ve arzîliğe bürünür; kimi zaman da adeta melekler gibi kanatlanır ve semavîliğe yürür.

Dolayısıyla, bu ölçüde farklılıklar sergileyen ve şerre de hayra da açık duran insan hem kötülük hem de iyiklik hesabına hiçbir şeyi hafife almamalıdır. O, iyiliğin en küçüğünü dahi yapmaya çalışmalı; kötülüğün de küçüğünden büyüğünden yılandan çıyandan kaçar gibi kaçmalıdır. Aksi halde, insan hiç farkına varmasa da, en küçük bir kötülük ciddi deformasyonlara sebep olur. İçten içe bozulup çürümeler de Allah’ın nimetlerinin çekilmesine yol açar. Bu açıdan da, hususiyle dine hizmet eden mü’minler, i’la-yı kelimetullah yolunda mücahede etme nimetine mazhar oldukları andaki kıvamlarını sürekli korumalıdırlar; yoksa, ruh ve mana hayatı adına üst üste çatlamalar ve kırılmalar yaşamaları kaçınılmaz olur.

Binaenaleyh, başkalaşmamanın en önemli dinamiği, en küçük bir değişmeye karşı çok kararlı durmak ve değişmemek için sürekli takviyeye başvurmaktır. Takviye vesilelerinin başında ise, hayırlı bir çevre ve arkadaşlık halkası gelir. İnsanın vefalı, samimi ve sâdık dostlarının olması büyük bir bahtiyarlıktır. Nitekim, Hazreti Ömer (radıyallahu anh) halife seçildiği gün, “Ey insanlar! Ben haktan ve adaletten ayrılırsam ne yaparsınız?” diye sormuş; “Şayet eğrilir ve haktan inhiraf edersen, seni kılıçlarımızla doğrulturuz!” cevabını alınca da “Elhamdülillah! Eğrilirsem beni kılıçları ile doğrultacak arkadaşlarım varmış!” diyerek şükretmiştir. Hazreti Ebû Bekir (radıyallahu anh) de hilafet mesuliyetini üzerine alır almaz, halka hutbe vermiş ve sözlerini “Ey insanlar! Eğer iyi işler yaparsam beni destekleyin; yok eğrilirsem, o zaman da beni doğrultun!” cümlesiyle bitirmiştir. Evet, her insanın, “Kendi kendime ayakta duramayabilirim; fakat, eğer düşersem, şu arkadaşlarımın omuzlarına düşmeliyim!” diyebileceği ve kendilerine itimat edebileceği dostları olmalıdır.

İnsanlığın İftihar Tablosu zamanında böyle kardeşlik köprüleri kurulmuş ve dostluk halkaları oluşturulmuştur. İlim ve zikir gayesiyle biraraya gelen ve omuz omuza veren insanlar mescidde halkalar teşkil etmiş ve herkesi onlardan birine dahil olmaya çağırmışlardır. Bu meselenin ehemmiyetine dikkat çekme sadedinde kaynak kitaplarda zikredilen “halka hadisi” çok ibret vericidir:

Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Ashab-ı Kiram ile beraber bir halka halinde mescidde otururlarken, içeriye üç kişi girmiştir. Sonradan gelen o üç kişinin ikisi Rasûlullah’ın huzurunda durmuş; bilâhare onlardan biri halkada bir boşluk bularak oracığa oturmuştur. Diğeri de, halkaya dahil olmasa bile cemaatin hemen arkasında bir yere oturmuştur. Üçüncü şahıs ise, mescidde durmamış, arkasını dönüp gitmiştir. O esnada Ashabına nasihatte bulunan Rehber-i Ekmel Efendimiz, anlatmakta olduğu meseleyi bitirince şöyle bu¬yurmuştur: “Bu üç kişinin halini size haber vereyim mi? İçlerinden biri Al¬lah’a sığındı, Cenâb-ı Hak da onu ilahî himayesine aldı. Diğeri (arkadaşlarına sıkıntı vermekten) utandı, Allah da ondan (ona azap etmekten, Şanına yaraşır şekilde) haya etti. Öteki ise (o meclisten) yüz çevir¬di, Allah da ondan (Zâtına has bir mahiyette) yüz çevirdi.”

Evet, Sâdık u Masdûk Efendimiz, mü’minlerin meclisine sırt dönmeyi Allah’tan ve kendisinden uzaklaşma saymıştır. Demek ki, mutlaka halkaya dahil olmak ve onun içinde yer almak lazımdır. M. Lütfî Hazretleri’nin şu sözü de bu hakikatin farklı bir beyanıdır:

“Ey tâlib-i feyz-i Hudâ gel halkaya, gir halkaya.!
Ey âşık-ı nûr-i Hudâ gel halkaya, gir halkaya!”

Rahmet ve Bereket Cemaattedir!..

Mü’minlerin arasında bulunmak ve cemaat halinde yaşamak insana manevî bir kuvvet kazandırır. İnsan, cemaat içindeki temiz simaları tanıdıkça ve hâlis kulların ubudiyetteki derinliklerini gördükçe etrafına ve diğer müslümanlara daha farklı nazar eder. Çoğu zaman bir kardeşini, arkadaşını ya da büyüğünü düşünüp “Davanın hakkaniyeti için bu insanın bu dairede olması yeterli bir hüccettir” diyerek kalbî itminana ulaşır. Hatta içinde bulunduğu dairenin verdiği ilhamla, kendi namaz kıldığı mekandan Ka’be’ye, oradan da bütün cihana kadar uzanan saflara bakıp “Bu düşünce, inanç ve teveccühte yalnız değilim; bunca insan benim gibi düşünüyor. Hele bu saflar arasında öyle zatlar var ki, onların her biri adeta Dinin bir hüccetidir; İslam’ın hak olduğuna, yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bu insanların mevcudiyeti bile tek başına delildir. Bu yüce kâmetler benim için de referanstır ve onlarla aynı çizgide bulunmam bir bahtiyarlıktır.” der ve hamd ü sena duygularıyla dolar.

Ayrıca, Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) “Allah’ın inayet ve kudreti cemaatle beraberdir.” buyurmuştur. Demek ki, Cenâb-ı Hakk’ın cemaate özel bir teveccühü vardır; mü’minler arasında yer almak, nihayetsiz acz ü fakr içinde bulunan insanın sonsuz güç ve kudret sahibi Mevlâ-yı Müteâl’in inayeti ile yürümesine ve iş yapmasına vesiledir.

Diğer taraftan, çok defa kendi iman, marifet, muhabbet, aşk ve iştiyakımız bizi canlı tutmaya yetmeyebilir. Kimi zaman, bakışlarımız bulanabilir ve kalbimiz katılaşabilir; günlük hayatın çok çeşitli meşgaleleri içinde aşk u heyecanımız sönmeye yüz tutabilir. Bu muvakkat halin neticesinde -Allah korusun- sefahate düşebilir, özümüzden uzaklaşabilir ve yabancılaşma temayülleri gösterebiliriz. Fakat, şayet en az üç kişilik bir cemaat halinde olursak, o zaman diğer iki arkadaşımızdan hiç olmazsa birinin aşk u şevkinden beslenir, bir müddet onun marifet ve muhabbet çeşmesinden su içer ve yine kendi atmosferimizin havasını teneffüs edebiliriz.

Bu itibarla da, her zaman arkadaşlarımızla beraber olmaya çalışmalı; böylece cemaatin bereketiyle hem kendimizi hem de kardeşlerimizi değişip başkalaşmalardan korumalıyız. İnsanın tek başınayken yüzde doksan ihtimalle düşebileceğini ama bir cemaat içinde düşme ihtimalinin belki ancak yüzde on olduğunu hatırdan çıkarmamalıyız.

Evet, iki kişinin bir kötülük üzerinde anlaşması da, zayıf bir ihtimal bile olsa mümkündür. İnanan üç insanın fenalıkta anlaşıp bir araya gelmesi ise âdeta imkansızdır. Nitekim, Allah Rasûlü, “İki kişi de şeytandır; üç kişi ise cemaattir” buyurmuştur. Bu açıdan, insanın kendisini sağlama alabilmesi için arkadaşlarına dayanması, onlardan kuvvet alması ve “Şayet, eğrilirsem beni düzeltin!..” diyerek onlara kendisini ikaz etme selahiyeti vermesi şarttır.

Hikmetin Lisan-ı Fasihi (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Efendimiz, “Din nasihattir.” buyurmuştur. Nasihat; hayırhahlık demektir; bir kimseye doğru yolu göstermek, yapması ve yapmaması gereken şeylere dikkatini çekmek ve onun hakkında hep hayır dileğinde bulunmak manalarına gelmektedir. Nasihat, insanları Allah’a, Rasûl-ü Ekrem’e ve Din-i Mübîn’e yönlendirmektir; onları, dünya ve ahiret hayatları hesabına faydalarına olacak işlere sevketmektir. İşte, başkalaşmamak ve bir deformasyona uğramamak için, insanın, yüreğini coşturup yumuşatacak, dumura uğramış duygularını canlandıracak, likâullaha (Allah’a kavuşmaya) iştiyakını kamçılayacak ve fikir dünyasını aydınlatacak nâsihlere de her zaman ihtiyacı vardır.

Sözün özü; kâinatta, kudret ve iradenin tecellileri olarak bildiğimiz “şeriat-ı fıtriye”ye ve kelâm sıfatından gelen ilâhî kanunlar mecmuasına riayet etmeyen toplumların veya manevî hayatlarında iç değişikliğine uğrayan milletlerin -bugün hâkim olsalar da- yarınki mahkûmiyetleri kaçınılmazdır. Geçmişte inkıraza uğramış ümmetlerin mezarı sayılan tarih, âvâz âvâz bu gerçeği haykırdığı gibi, “Bir toplum iç dünyası itibarıyla kendini değiştirmedikçe, ruh ve manada deformasyona uğramadıkça, Allah bahşettiği lütufları geri alarak o toplumun iyi halini tağyir etmez” ilahî beyanı da, hakimiyet-mahkumiyet, izzet-zillet hususlarında önemli bir hakikati ve Müslümanların halihazırdaki ciddi bir problemlerini hatırlatmaktadır. Binaenaleyh, mü’minler için, başkalarına şirin gözükmek değil, kendileri olarak gönüllere girmek esastır; aksi halde, teşebbühü bir başkalaşmanın ve iltihakın takip etmesi kaçınılmazdır.





***


Konular