9.Mevki ve Rütbe Düşkünlüğünün Çaresi

Kalbine mevkî ve rütbe sevgisi galip gelen bir kimsenin himmeti, halkın gözetilmesine yönelir. Onlara kendisini sevdirmekle ve onların takdiri için riyâkârlık yapmakla meşgul olur. Söz ve hareketlerinde onların yanında derecesini büyütecek şeylere dikkat eder. Bu ise münafıklığın tohumu ve fesadın esasıdır. Şüphesiz ki bu, insanı ibâdetlerde gevşeklik göstermeye ve riyakârlık yapmaya sürükler. Kalpleri elde etmek için mahzurlu hareketlere zorlar ve bunun için de Hz. Peygamber (s.a) insanların şeref ve mal sevgisini ve dini ifsad etmelerini, saldırgan iki kurda benzeterek şöyle buyurmuştur:
Suyun otu bitirdiği gibi, bu sevgi münafıklığı bitirir.
Zira münafıklık, fiilde veya sözle zâhirin bâtına muhalif olması demektir. Kim, halkın kalbinde mevkî edinmek istiyorsa, münafıklık yapmaya ve kendinde bulunmayan birtakım güzel ahlâkları belirtmeye mecbur olur. Bu ise nifakın ta kendisidir. Bu bakımdan mevkî sevgisi helâk edici şeylerdendir. O halde onu tedavi etmek ve kalpten söküp atmak farzdır. Çünkü kalp, mal sevgisi temeli üzerine yaratıldığı gibi, bu tabiat üzerine de yaratılmıştır. Bunun ilacı ilim ve ameldir.

İlme gelince, ilim demek, mevkîyi kendisinden dolayı sevdiği sebebi bilmek demektir. O sebep de halkın kalpleri üzerinde tam kuvvet ve kudret (tesir) kurmak dernektir. Biz 'Eğer böyle bir durum insanoğlu için müyesser olursa da sonu ölümdür ve insanoğlundan sonra kalacak salih amellerden değildir' demiştik. Hatta şarktan garba kadar yeryüzünde olan herkes -hâşâ- sana secde etse bile, elli seneye kadar ne secde eden, ne de kendisine secde edilen kalabilir. Senin halin, senden önce kendilerine tevazu gösterenlerle beraber ölüp giden mevkî sahiplerinin hali gibidir. Bu bakımdan sonu olmayan ve ebedî hayattan ibaret olan dini, böyle birşey için terketmek uygun değildir! Daha önce geçtiği gibi,hakîkî ve vehmî kemâli bilen bir kimsenin gözünde mevkî ve rütbe küçülür. Ancak bu, âhireti görüp ahirete bakan ve çarçabuk geçen dünyayı hakir sayan bir kimsenin gözünde küçülür. Böyle kimse, ölüm onun yanında hazır imiş gibidir. Hali, Hasan Basrî'nin, Ömer b. Abdülâziz'e yazdığındaki hali gibi olmalıdır: 'Sanki sen, kendisi hakkında en son ölecektir diye takdir edilen bir kimsesin!'

Dikkat et! Hasan Basrî geleceğe bakışını nasıl uzatmış, onu o an olmuş gibi takdir etmiştir?

Hâli yine Ömer b. Abdülâziz'in hali gibi olmalıdır ki cevabında 'Sanki dünya olmamıştır ve sanki ahiret ortadadır' diye yazmıştır.

İşte bu kimselerin bakışı ve iltifatları neticeye göreydi. Bu bakımdan netice almak için takva ile çalışırlardı; zira bilirlerdi ki iyi neticeyi muttaki kimseler elde ederler. Böylece dünyada mal ve mevkîyi hakir saydılar. Halk tabakasının çoğunun kalp gözleri zayıftır. Sadece geçici dünyaya bakarlar. O gözlerin nûru neticeleri müşahede etmeye uzanmaz!

Fakat siz dünya hayatını (ahirete) tercih ediyorsunuz. Oysa ahiret daha hayırlı ve daha devamlıdır.(Âlâ/16-17)

Hayır hayır! Doğrusu siz, peşini (dünya zevklerini) seviyorsunuz ve ahireti bırakıyorsunuz.
(Kıyâme/20-21)

Bu bakımdan durumu bu olan bir kimsenin geçici âfetleri bilmek suretiyle mevkî sevgisinden kurtulmak için kalbini tedavi etmesi gerekir. Dünyada mevkî ve rütbe sahiplerini hedef edinen tehlikeleri düşünmeli; zira her rütbe ve mevkî sahibine eziyet edilmek istenir ve hased edilir. Daima mertebesinden sakınır. Oysa kalpler kaynayıp altüst olan kazandan daha fazla değişmektedirler. Kalpler ikbal (yönelmek) ve i'râz (yüz çevirmek) etmek arasında kıvranmaktadır. Bu bakımdan kalpler üzerine inşa edilen herşey, deniz dalgaları üzerine inşa edilen şeye benzer. Bunun da temel tutması sözkonusu değildir. Kalpleri gözetmekle meşgul olmak rütbeyi korumak, hased edicinin hilesini bertaraf edip düşman eziyetini engellemek, bütün bunlar acele gelen üzüntülerdir. Rütbenin zevkini bulandırırlar. Bu bakımdan dünyada rütbeden istenilen ve umulan şeyler, hiçbir zaman korkusuna denk değildir. Ahirette elden kaçan da ayrı! O halde bundan dolayı, zayıf olan basireti tedavi etmen uygundur. Basireti nâfiz ve imanı kuvvetli olan bir kimse ise, dünyaya iltifat etmez. İşte ilim bakımından ilaç budur.Amel bakımından tedaviye gelince, halkın kalbinden mevkîsini kınanacak fiillerde bulunmak suretiyle düşürmektir. Böylece, halkın gözünden düşer. Halk tarafından kabul edilme zevkinden uzak kalır. Şandan şöhretten kaçar, tanınmamayı yeğler. Halkın reddetmesine aldırmaz. Hâlık'ın kabul etmesine kanaat eder. İşte Melamiyye mezhebi budur.20 Zira onlar, kendilerini halkın gözünden düşürmek, şöhretin âfetinden selâmet kalmak için, sûreten çirkin olan hareketlere dalarlar. Önder olan bir kimse için böyle yapmak dinen caiz değildir! Zira önder olan bir kimsenin böyle yapması, müslümanların kalbinde dini zayıf düşürür.

Önder olmayanlara gelince, şöhret elde etmesi için bir mahzuru irtikâb etmesi caiz değildir. Halkın gözünde kıymetini düşürücü mübahları yapması gerekir. Nitekim rivayete göre padişahlardan biri, bir zâhidi ziyarete gelmiş, zâhid onun yaklaştığını görünce bakla ve sebze istemiş, obur bir şekilde yemeye başlamış, büyük lokmalar yapmış. Bu manzarayı gören padişahın gözünden düşmüş ve padişah geri dönüp gitmiştir. Bunun üzerine zâhid şöyle demiştir: "Seni benden çeviren Allah'a hamdolsun!'

Onlardan biri de şarap içiyor zannını vermek ve halkın gözünden düşmek için şarap rengindeki kadehlerde şerbet içmiştir. Böyle yapmanın da caiz olup olmadığı fıkhî bakımdan tartışmalıdır. Ancak hal sahipleri bazen fâkihin fetvâ verdiği birşey ile nefislerini tedavi ederler. Burada kalplerinin ıslahını görürlerse böyle yaparlar. Sonra bazılarının yaptığı gibi kusur şeklinde kendilerinden sâdır olanı telâfi ederler. Nitekim zâhidlikle tanınan bir kimse vardı, halk kendisine rağbet gösterirdi. Birgün bu zat hamama girdi. Başkasının elbisesini giyip çıktı. Yolda durdu ki kendisini tanıyıp elbiseyi kendisinden alsınlar ve kendisini dövsünler ve 'Bu adam hırsızdır!' desinler de kendisini terketsinler.
Şöhretten uzaklaşmada yolların en kuvvetlisi halktan uzaklaşıp, bilinmeyen bir yere hicret etmektir. Çünkü evinde uzlete çekilen bir kimse şöhret bulduğu bir memlekette bunu yaparsa, uzletinden dolayı halkın kalplerinde iyice yerleşen şöhret sevgisinden uzak olamaz; zira böyle bir kimse çoğu zaman şöhreti sevmediğini zanneder. Oysa aldanır. Onun nefsi, maksadını elde ettiğinden dolayı sükunete kavuşmuştur. Eğer halk onun hakkında inandığından cayarsa, onu zemmedip veya ona uygun olmayan bir duruma kendisini nisbet ederlerse, nefsi feveran edip elemdar olur. Çoğu zaman da böyle olmadığını mâzeret beyan etmek sure-tiyle ispata çalışır. O tozu onların kalplerinden silmeye gayret sar-feder. Çoğu zaman da halkın kalbinden silmek için yalan söylemeye, hile yapmaya mecbur olur. Bunu, perva etmeden yapar. Böylece kendisinin şöhreti sevdiği anlaşılır. Şöhreti seven bir kimse için şöhretin fitnesi daha büyüktür.

Halktan ümit ettikçe halkın kalbinde mevkî sahibi olmamasını sevmesi mümkün değildir. Bu bakımdan nafakasını çalışmasından veya başka bir yönden temin ettiği, halktan ilişkisini kestiği zaman, bütün insanlar onun yanında düşük insanlar gibi olurlar. Bu takdirde onların kalbinde bir mertebesi olup olmadığına değer vermez. Nitekim şarkın en ücra köşesinde bulunan kimselerin kalbinde değerinin olmamasına aldırmadığı gibi. Çünkü onları görmez ve onlardan bir şey ummaz.

İnsanoğlu ancak kanaatla halktan ümidini keser. Bu bakımdan kanaat eden bir kimse halktan müstağni olur. Müstağni olduğu zaman kalbi halk ile meşgul olmaz. Kalplerde mertebesinin bulunması gözünde beş para etmez. O halde, mertebenin terki ancak kanaat edip halktan ümidi kesmekle olur. Bütün bunlara mertebe hakkında vârid olan, nâm ve nişansızlığı övmek için söylenilen hadîslerle yardım edilir. Selefin şu sözüyle yardım edildiği gibi: 'Mü'min zillet, kıllet veya illetten kurtulamaz'. Bu kişiler, selefin bunları izzete nasıl tercih ettiklerini, ahiret sevabına nasıl rağbet gösterdiklerini görmelidir. Allah Teâlâ onların hepsinden razı olsun!

__________________

20) Melâmiyye, fukarâdan bir gruptur. Tarikatlarının esası, tam ihlâs üzerine bina edilmiştir. (İthaf'us-Saade, VIII/253). Günümüzde kadınlı erkekli toplantılar yapan, müslüman-kâfîr demeden cemaatlerinde herkese yer veren, ibadetleri bırakıp sohbete(!) önem verenlerin, melâmilikle uzaktan yakından hiçbir alâkaları yoktur. Bu konuda daha fazla bilgi almak için bizim tercümemiz olan Basîret'us-Sâlikîn adlı esere bakılabilir.