Öfkenin Riyazet Yoluyla Giderilmesinin İmkânı

Bazıları öfkenin tamamen silinmesinin mümkün olduğunu sanarak demişlerdir ki: 'Riyazet, öfkenin silinmesine doğru götü-rür, riyazetin hedef ve maksadı da budur!' Başkaları da öfkenin te-davi kabul etmez bir asıl olduğunu sanmışlardır ve bu son fikir huyun yaratılış gibi olduğunu ve ikisinin de değişme kabul et-mediğini sanan bir kimsenin fikridir. Bu iki fikir de zayıftır. Bu hususta hakîkat bizim söyleyeceğimizdir. Şöyle ki, insanoğlunda bir şeyi sevmek, başka bir şeyden nefret etmek hasletinden bir eser kaldıkça insanoğlu gayz ve öfkeden yakasını kurtaramaz. Kendisine birşey uygun, başka birşey de zıd düşerse mutlaka kendisine uygun olanı sever, muhalif düşeni de hor görür. Öfke de buna tâbi olur. Çünkü kişiden sevdiği alındığı zaman şüphesiz öfkelenir. Sevmediği ile karşılaştığı zaman da şüphesiz öfkelenir. Ancak insanoğlunun sevdiği üç kısma taksim olunur:

Birinci Kısım

Herkes için zarurî olan gıda, mesken, giyecek ve beden sıhhati gibi şeylerdir. Kendisine vurulmak istenen kimse elbette öfkelenecektir. Kişi kendisinden avretini örten elbisesi alınmak, evinden çıkarılmak veya susuzluğunu gideren suyu dökülmek istendiği zaman öfkelenir. Bunlar yok olmalarından ötürü insanoğlunun rahatsız olduğu ve bunlara hücum edene karşı öfkelendiği zarurî şeylerdir.

İkinci Kısım

Rütbe, çok mal, çok hizmetçi ve çok hayvanlar gibi insanların hiçbirine zarurî olmayan şeylerdir. Çünkü bunlar, âdet ve işlerin hedeflerini bilmemekten ötürü güzel ve sevilen şeyler olarak kabul edilmişlerdir! Her ne kadar gıda olarak onları kullanmıyorsa da altın ve gümüşün maddeleri bile güzel görünür ki insanoğlu onları depo eder ve onları çalana kızar. İşte bu tür maddelerden dolayı olan öfkenin sebeplerinden uzaklaşması insanoğlunun ayrılması tasavvur edilebilir. Bu bakımdan insanın fazla bir evi olsa ve bir zâlim o evi yıksa, insan evini yıktığı için zâlime kızmayabilir; zira ev sahibinin dünya işleri hususunda basiret sahibi bir kimse olması, dünyalık hususunda ihtiyacından fazla zâhidlik göstermesi ve onu alana öfkelenmemesi mümkündür. Çünkü basiret sahibi olan bir kimse fazla mal varlığını sevmez. Eğer onun varlığını sevmiş olsaydı zarurî olarak onun alınmasından dolayı öfkelenecekti. İnsanoğlunun öfkesinin çoğu zarurî olmayan şeylerden dolayıdır: dünya mertebesi, nam, şöhret, meclislerde en üste oturmak, ilimle böbürlenmek gibi... Bu bakımdan bu sevgi kime galebe çalarsa, şek ve şüphe yoktur ki, meclislerde en başta oturmak hususunda kendisiyle yarışan bir kimseye yarışmaya girdiğinde öfkelenir. Şöhreti sevmeyen bir kimse ise, böyle şeylere perva etmez, isterse ayakkabıların yanında otursun. Başkası onun üstünde oturduğu zaman öfkelenmez. Bu çirkin âdetlerdir ki insanoğlunun sevgisini veya nefretini çoğaltmış, dolayısıyla öfkesi de çoğalmıştır, irade ve şehvetler çok oldukça, sahibi rütbece daha düşük ve daha eksik olur. Çünkü ihtiyaç, eksik bir niteliktir. Ne zaman çoğalırsa eksiklik de çoğalır. Cahil bir kimsenin ise daimî bir şekilde çalışması ihtiyaç ve şehvetlerini artırmak hususundadır. Bilmez ki, bunları artırmak suretiyle gam ve üzüntü sebeplerini çoğaltıyor! Hatta birtakım cahiller kötü âdetler ve kötü arkadaşlardan dolayı kendisine 'Sen kuşlarla güzel oynayamazsın, güzel satranç oynayamazsın. Fazla içki içmeyi, fazla yemek yemeyi beceremezsin!' gibi sözler veya bunlara benzer rezaletler söylenildiği zaman ona bile kızarlar. Bu bakımdan bu kısım için kızmak zarurî değildir. Çünkü onun sevgisi zaruri değildir.

Üçüncü Kısım

Bir kısım insanlar hakkında zarurî olup, diğer bir kısım hakkında zarurî olmayan şeylerdir. Mesela âlim kişi için kitap zarurîdir. Çünkü âlim kişi kitaba muhtaçtır ve onu sever. Kitabı yakan, suya atan bir kimseye öfkelenir. Sanat aletleri de çalışan kimseler için böyledir. O kimseler nafakalarını ancak o aletlerle temin edebilirler; zira zarurî ihtiyacın vesilesi olan şeyler sevimli olur. Bu ise şahıslara göre değişir.
Zarurî sevgi ancak Hz. Peygamber'in buyurduğu şu sevgidir:

Kim nefsinde veya sanatında emin, bedeninde sıhhatli ve afiyetli olarak -o günün gıdası da olduğu halde- sabahlarsa, sanki dünya bütün varlıklarıyla o insana tahsis edilmiştir.15
İşlerin hakikatlerini basiretiyle (kalp gözüyle) bilen bir kimsenin, bu üç kısımdan selâmet kaldığı takdirde bunlardan başkası için öfkelenmemesi düşünülebilir. İşte bunlar üç kısımdır. Bu kısımların herbirinin riyazet, gaye ve hedefini belirtmeye çalışalım:

Buradaki rizayet, kalbin öfkesinin tamamen yok olması için değildir. Fakat kalbini öfkeye itaat etmeyecek duruma getirmek içindir. Onu zahirde dinen müstehab olan bir hududda, aklen de benimsenen bir noktada çalıştırabilmek içindir. Kalbi bu duruma getirmek mücâhede ve bir müddet zorluklara katlanmak, hilm ve sabır sıfatlarını zoraki bir şekilde nefsinde meydana getirmekle mümkündür ki hilm ve zorluklara karşı sabretmek bünyesinde tabiileşen bir nitelik olsun!

Öfkeyi tamamen kalpten söküp atmaya gelince, bu tabiatın normal olarak istediği birşey olmadığı gibi mümkün de değildir. Evet! Heyecanın kabarmasını kırmak, hafifletmek, öfkenin iç âlemde şiddetli bir şekilde boralar koparmasını önlemek mümkündür. Onu zayıf düşürmesi, yüzdeki etki ve eseri görülmeyecek dereceye kadar olabilir. Fakat bunu becermek gerçekten zor birşeydir. Bu hüküm aynı zamanda üçüncü kısmın da hükmüdür; zira bir şahsın hakkında zarurî olan bir şeye başkasının muhtaç olmaması onu öfkelenmekten alıkoymaz. Bu bakımdan bu hususta riyazet, bununla amel etmeye mâni olur, içteki heyecanını kırar ki buna karşılık sabır göstermek suretiyle elemi şiddetlenmesin!

İki

Riyazet suretiyle o kısımdan dolayı öfkelenmekten kurtulmak mümkündür; zira onun sevgisi kalpten çıkarılabilir. Şöyle ki insan kabrin vatanı ve son karar kılacağı yer olduğunu, dünyanın ise üzerinden geçmeye değer bir köprü olduğunu ve bu dünyadan ancak zaruret miktarı azıklanmak gerektiğini, bundan fazlasının ise insanın esas vatanı olan kabir ve istikrar yeri olan ahirette vebal olduğunu bilir. Dolayısıyla dünyadan kaçınmak suretiyle zâhid olur. Dünyanın sevgisi kalbinden silinir. Eğer insanoğlunun bir köpeği varsa onu sevmiyorsa, başkası o köpeği dövdüğü zaman öfkelenmez. Bu bakımdan öfkelenmek sevgiye tâbidir. O halde bu hususta yapılan riyazet insanı öfkenin esasını silmeye doğru götürür. Fakat bu gerçekten az görünen bir durumdur. Bazen de riyazet, insanı öfkeyi kullanmaktan menedecek bir raddeye vardırır ve öfkenin gereğine göre amel etmekten insanı alıkoyar. Bu derece birincisinden daha kolaydır.

İtiraz: Birinci kısmın zarurî olanı, muhtaç olduğu şeyin elden kaçmasıyla öfkelenmek değildir, elem duymaktır. Mesela, bir kimsenin gıdası olan bir koyunu olsa ve koyun ölse, o koyunun ölümünden dolayı hiç kimseye öfkelenmez. Her ne kadar koyunun ölümü onda bir acı meydana getirirse de her acının gereği ille öfke değildir; zira insanoğlu kan aldırmak veya hacamat yaptırmak suretiyle de acı duyar. Fakat kan alana veya hacamat yapana hiç de öfkelenmez. Bu bakımdan tevhid onun üzerine bütün eşyanın Allah'ın kudret elinde ve Allah'tan olduğuna inanacak bir şekilde galip gelmiştir. O kimse Allah'ın hiçbir yarattığına kızmaz; zira onları kudretin kabzasında âlet olarak görür. Tıpkı kalemin, kâti-bin elinde âlet olması gibi!... Bu bakımdan, padişah boynunun vurulmasını yazarsa, o kimse kaleme kızmaz. Tıpkı koyunun ölümüne kızmadığı gibi, ölmek üzere olan koyununu kesen kimseye de kızmaz; zira hem kesmeyi, hem de ölümü Allah'tan bilir. Bu bakımdan tevhidin galebe çalmasıyla öfke bertaraf edilir ve yine Allah hakkında hüsn-i zan ile de öfke bertaraf edilir. Şöyle ki, kişi herşeyi Allah'tan bilir ve Allah Teâlâ'nın kendisine ancak yapılmasında hayır olan bir şeyi takdir ettiğini görür. Çoğu zaman hasta düşmesinde, aç kalmasında yaralanmasında, öldürülmesinde hayır olduğunu düşünür. Bu bakımdan kan alan ve hacamat yapan bir kimsenin yaptıklarında hayır gördüğünden dolayı onlara kızmadığı gibi, bunlara da kızmaz.

Ey Allahım! Ben beşerim, beşerin kızdığı gibi kızarım. Bu bakımdan hangi müslümana kızmış veya lanet okumuş

Cevap: Bu yönde, bu gelişme muhal değildir. Fakat tevhidin bu raddeye kadar galebe çalması, ancak şimşek gibi gelip geçicidir. Ansızın çakan hallerde galebe çalar ve devam etmez. Halk derhal vasıtalara bakar. Bu kalbin tabiî bir dönüşüdür. Asla kalpten uzaklaştırılamaz. Eğer daimî bir şekilde tevhid galebesinin bu raddeye vardığı, herhangi bir beşer için tasavvur edilseydi muhakkak Hz. Peygamber için tasavvur edilmesi gerekirdi. Oysa Hz. Peygamber (s.a) bazen yüzü ve yanakları kızaracak kadar öfkelenirdi. Hatta bir duasında şöyle buyurmuştur:
veya vurmuşsam, benim o yaptığımı kıyamet gününde o müslüman için namaz, zekât ve o müslümanı sana yaklaştırıcı bir amel olarak kıl!16

Abdullah b. Amr b. Âs (r.a) dedi ki: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Ben senin mübarek ağzından gerek öfkeli anında, gerekse öfkesiz anında çıkan her şeyi yazıp kaydediyorum'. Hz. Peygamber şöyle dedi:

Yaz! Beni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki benden ancak hak çıkar.17
'Benden' sözüyle diline işaret etmiş ve 'Ben öfkelenmem' dememiştir. Sadece 'Öfkelenmek beni hakikatten dışarıya çıkarmaz' demiştir.

Hz. Âişe kendisinden şöyle sordu: 'Senin de şeytanın yok mu?' Hz. Peygamber (s.a) şöyle dedi:

Evet! Benim de şeytanım var. Fakat ben Allah'a yalvardım. Ona karşı bana yardımcı oldu. Bu bakımdan o teslim oldu, bana hayırdan başkasını emretmez.
Dikkat edilirse, Hz. Peygamber 'Benim şeytanım yoktur' dememiştir ve şeytandan gayesi öfke şeytanıdır. Fakat şöyle buyurmuştur: 'Benim şeytanım beni şerre itelemez'.

Hz. Ali şöyle demiştir: 'Hz. Peygamber dünya için öfkelenmezdi. Bir haktan ötürü öfkelendiği zaman, hiç kimse kendisini tanımaz ve öfkelendiği için hiçbir şey kıpırdamazdı. Ta ki o hak yerine gelinceye kadar...'18

Bu bakımdan o, haktan dolayı öfkeleniyordu. Allah için öfkelenmesi demek vasıtalara iltifat edip bakması demektir. Hatta zarurî nafakasını ve dini hakkında kendisine gerekli olan ihtiyacını elinden alana karşı öfkelenen bir kimse, ancak Allah için öfkeleniyor demektir ve Allah için öfkelenmekten böyle bir kimsenin ayrılması mümkün değildir. Evet, zarurî olan hakkında bazen gerekli olan öfkenin esası kaybolur. Bu da ancak kalp, o zarurîden daha mühim olan başka bir zarurî şey ile meşgul olduğu zaman mümkün olur. Bu bakımdan kalp, daha mühim ve zarurî olan için öfkelenmekle meşgul olduğundan ikinci bir öfkeye kalpte yer kalmaz; zira kalbin bir kısım önemli şeylerle meşgul olması onların dışındaki şeyleri hissetmekten onu meneder. Bu tıpkı Selman-ı Fârisî'ye küfredildiği zaman söylediği şu söz gibidir: 'Eğer benim terazim hafif gelirse ben senin dediğinden daha şerir ve daha çirkinimdir. Eğer terazimin sevap kefesi ağır basarsa, senin söylediğin bana hiçbir zarar vermez'.

İşte dikkat edildiği zaman görülür ki, Selman'ın himmeti ahirete yönelik olduğundan dolayı kalbi başkasının küfrüyle etkilenip müteessir olmamıştır. Rabia b. Hayseme'ye de küfredildiğinde küfredene şunları söylemiştir: 'Ey kişi! Allah senin konuşmanı dinledi. Kesinlikle cennetin yolunda engebeler ve gedikler vardır. Eğer ben onları geçersem senin söylediklerin bana zarar vermez. Eğer onları geçmezsem ben senin söylediklerinden daha düşük ve şeririmdir!'

Bir kişi Hz. Ebubekir Sıddîk' a sövdü. Sıddîk (r.a) ona cevap olarak dedi ki: 'Allah'ın örttüğü kabahatlerim senin bildiğinden daha çoktur!'

Ebubekir Sıddîk nefsi için, Allah'tan korktuğu için kendi kusurlarına bakmakla meşguldü. Allah'ı gereği gibi tanımak hususundaki kusurunu dikkate almakla meşguldü ve bundan dolayı başkasının onu eksikliğe nisbet etmesine öfkelenmedi; zira kendi nefsine, kendisi eksik gözüyle bakıyordu. Bu ise onun kıymetinin büyüklüğünden kaynaklanır.

Bir kadın, Mâlik b. Dinar'a 'Ey riyakar! Mâlik!' dedi. Cevap olarak 'Yemin ederim, senden başkası beni tanımış değildir!' dedi. Sanki Mâlik, nefsinden riya âfetini uzaklaştırmak ve şeytanın nef-sine vesvese olarak telkin ettiklerini sökmekle meşguldü. Bu bakımdan kendisine nisbet edilene öfkelenmedi.

Bir kişi Şa'bî'ye sövdü. Şa'bî cevap olarak dedi ki: 'Eğer sen doğru isen Allah beni affetsin! Eğer yalancı isen Allah seni affetsin!'
İşte bunlar zâhirde selefin kalpleri dinlerinin mühim meseleleriyle meşgul olduğundan dolayı öfkelenmediklerine delâlet eden sözlerdir. İhtimal ki bu sözler, onların kalbine tesir etmiştir. Fakat onunla meşgul olmamışlar, önemsememişlerdir. Aksine kalplerine daha galip olanla meşgul olmuşlardır. Bu bakımdan kalbin bir kısım mühimlerle meşguliyeti, birtakım sevilenlerin elden çıktığında kabarması gereken öfkenin kabarmasına mâni olması uzak bir ihtimal değildir. O halde, gayzın yok olması tasavvur edilebilir. Bu yok oluş; ya kalbin mühim birşeyle meşgul olmasıyla olur veya tevhid düşüncesinin galebe çalmasıyla veya üçüncü bir sebeple olur.

Bu üçüncü sebep de Allah Teâlâ'nın öfkelenmemeyi sevdiğini bilmesidir. Bu bakımdan Allah'a karşı olan sevgisinin şiddeti Öfkesini söndürür. Bu da pek nadir durumlarda olmakla beraber tahakkuk etmesi muhal olmayan bir durumdur. Artık anlaşılmıştır ki öfke ateşinden kurtulmanın yolu dünya sevgisini kalpten silmektir. Bu ise dünya âfetlerini ve açacağı belâları bilmekle mümkün olur. Nitekim dünyayı zemmeden bahiste bu durum gelecektir. Kim, kalbinden meziyetlerin sevgisini çıkarırsa, öfkenin birçok sebeplerinden kurtulmuş olur. Silinmesi mümkün olmayanın ise hiddetini kırmak, zayıf düşürmek mümkündür. Dolayısıyla öfke zayıf düşer ve öfkeyi defetmek kolaylaşır.

Allah Teâlâ'dan lûtuf ve keremi sayesinde, hüsnü tevfikini dileriz. Çünkü O herşeye kâdirdir. Hamd, bir ve tek olan Allah'a mahsustur!


__________________________

15) Tirmizî, İbn Mâce
16)Müslim, Buhârî
17)Ebu Dâvud
18)Tirmizî