Tevbe'nin Devamında Kulların Kısımları

Tevbe edenler, dört tabakaya ayrılırlar:
Birinci Tabaka
Birinci tabaka, âsi bir kimsenin tevbe etmesi, ömrünün sonuna kadar, tevbesinde dosdoğru kalmasıdır. Böylece âsi, kusurlarım telâfi eder. Nefsi ikinci bir defa günaha dönmeyi tasarlamaz. Ancak âdetlerde, beşerin kurtulmadığı hatalar bu hükmün dışındadır.

Evet, beşer peygamberlik mertebesinde olmadıkça bu hatalardan kurtulamaz. İşte tevbe üzerinde istikamet bu demektir. Tevbe'nin sahibi, hayırları elde eden, günahları hasenelerle değiştiren bir kimsedir. Bu tevbeye tevbeyi nasûh denir. Bu nefse nefs—i mutma
inne denir. Öyle bir nefs-i mutmainne ki rabbinden razıdır ve rabbinin katına rızasına mazhar olduğu halde dönüş yapar.

Bunlar o kimselerdir ki Hz. Peygamberin şu hadîs-i şerîfiyle onlara işaret vardır:
Allah'ın zikriyle âdeta mest olan müteferridler herkesi geçtiler. Zikir onlardan ağır yüklerini kaldırmıştır. Onlar rîrpf* kıyamet gününde hafif yüklü olarak mahşere varırlar!62

Bu hadîs-i şerifte onların yük altında bulunduklarını ve zikir sayesinde o yüklerin onların omuzlarından indirildiğine işaret vardır. Bu tabaka da şehvetlere iştiyak duymamak bakımından birçok mertebelere ayrılırlar.

Bir tevbe edici vardır ki marifetin kahrı altında şehvetleri sükûnet bulmuş, şehvetlere olan iştiyakı gevşemiştir. Onu, hak yolun yolculuğundan şehvetin boğuşması alıkoymaz. Kimi de vardır ki nefsin münazaa ve mücadelesinden ayrılmaz, fakat nefisle mücâhede etmeye ve nefsi reddetmeye muktedirdir.

Sonra şehvetten kesilmenin dereceleri de çokluk, azlık ve müddetin değişmesi ve çeşitlerin değişmesi itibariyle değişirler. Onlar ömrün uzaması bakımından da değişik durumlar arzetmektedirler. Kimi vardır ki tevbe ettikten hemen sonra ölür. Bundan dolayı da kâr eder. Çünkü selâmet kalmış ve tevbesi gevşemeden ölüp gitmiştir. Kimi vardır ki uzun yaşar. Nefsiyle cihadı, sabrı ve istikameti oldukça uzar. Hasenatı çoğalır.

Bu kimsenin hali, daha yüce ve daha üstündür; zira her günah ancak bir hasene ile mahvolur. Hatta bazı âlimler demiştir ki; 'Günahkârın işlemiş olduğu günah, ancak, şehvet ile beraber on defa onu yapmaya muvaffak olduğu halde yapmayıp sabreder ve Allah korkusundan şehvetini kırarsa keffaretlendirilmiş olur.

Fakat bu şartı ileri sürmek, uzak bir ihtimaldir. Her ne kadar kabul edilirse büyük tesiri inkâr edilmezse de... Fakat zayıf bir mürid için bu yolda gitmek uygun değildir. Çünkü şehveti kabarır, sebepler hazır olur. Öyle ki günah işlemek imkânına sahip olur. Sonra günahtan menedilmeye tamah eder; zira bu durumdaki bir insan, şehvetin dizgininin elinden çıkmasından emin değildir. Dolayısıyla günah işleyip tevbesini bozmaktan korkar. Bunun yolu, günahı kolaylaştıran sebeplerin başlangıcından kaçmaktır ki nefsi için şehvetin yollarını kapatmış olsun. Bununla beraber gücü dahilinde olanla şehvetini kırmaya çalışır. Oysa böyle yaparsa başlangıçta tevbesi selim kalabilir.

İkinci Tabaka
İkinci tabaka, tevbe eden, ibâdetlerin esaslarında istikamet yolunda yürüyen, fâhiş günahların büyüklerinin tümünü terkeden bir kimsedir.

Ancak bu kimse arada sırada arız olan günahlardan bir türlü kurtulamaz. Fakat bu günahları da kasden veyahut maksadını buna yöneltmek suretiyle yapmaz. Bunları yapmak azmi kendisinde olmaksızın ancak hallerin cereyan ettiği yollarda bunlarla müptela olur. Fakat bunları yaptıkça nefsini kırar, pişman olur, teessüf eder. Yeniden bu günahları önüne çıkaran sebeplerden sakınmak için gayret gösterir. Bu nefis, levvâme nefis olmaya uygundur; zira levvâme nefis, sahibini kötü hedefinden dolayı kınar. Görüş'ün ve kastın tahmininden, azmin kesinliğinden kınamaz.

Bu mertebe her ne kadar birinci tabakanın mertebesinden aşağı ise de yüksek bir mertebedir. Bu, tevbe edenlerin çoğunun durumudur. Çünkü şer, ademoğlunun çamurundan yoğrulmuştur. Ademoğlu az şerden kurtulabilir. Ademoğlu'nun çalışmasının en son gayesi; hayır tarafının şer tarafına ağır basmasıdır ki mizanı ağırlaşsm, hasenat kefesi ağır gelsin.
Seyyiat kefesinin tamamen boş kalmasına gelince, bu gayet uzak bir ihtimaldir.

Bunlar için Allah'ın güzel bir vadi vardır!
Onlar ki günahın büyüklerinden ve çirkin işlerden sakınırlar, yalnız bazı küçük hatalar işleyebilirler. Muhak-kak rabbin geniş mağfîretlidir. (Necm/32)

Bu bakımdan küçük günah ve vâki olan her hareket, nefsi o günahta yerleştirmek yolundan gelmiyorsa, bağışlanmaya lâyıktır.

Ve onlar ki bir kötülük yaptıkları veya nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı anarlar ve günahlarının bağışlanmasını dilerler. (Al-ı İmran/135)

Bunlar nefislerine zulmetmelerine rağmen Allah bunları övmektedir. Çünkü pişman olmuşlar ve nefislerini bu zulümden dolayı kınamışlardır.

Hz, Ali'nin rivayet etiği şu hadîs-i şerifte de bu mertebeye işaret vardır:
Sizin hayırlılarınız, günah işleyip tevbe etmiş kimselerdir.63
Mü'min sünbül gibidir. Bazen doğru olur, bazen de meyleder.64
Mü'min zaman zaman günah işleyebilir.65

Bütün bunlar kesin delillerdir ki bu kadarcık bir hata tevbeyi bozmaz. Tevbe sahibini günahta ısrar edenlerin derecesine ilhak etmez. Kim böyle bir kimseyi tevbe edenlerin derecesinden mahrum ederse, o sıhhatli bir insanı aldığı meyveler daimî değilse de arada sırada yediği sıcak yemeklerden dolayı sıhhatinden ümitsiz eden doktor gibidir veya Fıkıh peşine düşen bir insanı, tekrar etmekten ve bazı vakitlerde, uzun ve çok olmaksızın kit ablarının kenarına haşiyeleri talik edip yazmakta gevşeklik gösterdiğinden dolayı fâkihlerin derecesine varmaktan ümitsiz eden bir fakih gibidir.

Bu, doktorun ve fakîhin eksikliğine delâlet eder. Aksine dinde fakih olan bir kimse halkı saadetlerin derecelerinden ümitsiz etmez. Onların birtakım gevşekliklerinden ve arada sırada yapmış oldukları günahlardan ötürü bu derecelere varmaktan onları ümitsiz etmez.

Ademoğullarmm hepsi hatalıdır. Hatalıların en hayırlısı, tevbe eden ve günahlarının affını talep edenlerdir.66

Mü'min bir kimse rabbine karşı zayıf, günahını tevbe ile kapatan bir kimsedir. Bu bakımdan mü'minlerin en hayırlısı tevbesi üzerinde ölen kimsedir.67

İşte onlara sabretmelerinden ötürü mükâfaatları iki kere verilir. (Kasas/54)

Görüldüğü gibi Allah hakikî mü'minleri 'asla günah işlememezlik'le vasıflandırmamıştır.

Üçüncü Tabaka
Üçüncü tabaka, kişinin tevbe etmesi, bir müddet istikamet üzere yürümesi, sonra bazı günahlarda şehvete maruz kalması, şehvet kastıyla, o günahları, şehveti kahretmekten aciz olduğu için işlemesidir. Ancak bununla beraber ibâdetlere devam eder, kudret ve şehveti olmasına rağmen günahların bir kısmını terkeder, ancak onu bir veya iki şehvet mağlup etmiştir, o şehveti de yoketmeye ve şerrinden sakınmaya Allah'ın kendisini muktedir kılmasını istediği halde onu yapar. Şehvetini yerine getirdiği durumda bile temennisi budur. Arzusu geçtikten sonra pişman olur ve şöyle der:
'Keşke onu yapmasaydım! Gelecekte ondan tevbe edeceğim. O şehveti kahretmek hususunda nefsimle mücâhede edeceğim!

Fakat nefsi kendisine birtakım mazeretler gösterir, zaman zaman tevbesini tehir eder. Günden güne geciktirir. İşte bu nefis müsevvile (kolaylaştırıcı, süslendirici) diye adlandırılan nefistir.

Bu nefsin sahibi, haklarında Allah Teâlâ'nın şöyle dediği kimselerdendir:
Başka bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler. İyi bir işle kötü bir işi birbirine karıştırdılar. (Tevbe/102)

Bu kimsenin durumu, ibâdetlere devam etmesi ve yapmış olduğu günahtan nefret etmesi bakımından ümitlidir. Allah'ın onun tevbesini kabul etmesi umulur. Sonucu ise, tevbeyi tehir ettiği için tehlikelidir. Bazen tevbe imkânı bulamadan ölür.

Durumu Allah'ın meşiyetine kalmış olur. Eğer Allah ona yetişir, eksikliğini tamamlarsa tevbeyi ona minnet ederse sâbikûn zümresine iltihak eder. Eğer şekavet ona galip gelir, şehvet kendisini kahrederse sonuçta, ezeldeki hükmün üzerine vâki olacağından korkulur; zira fıkıh öğrenen bir kimseye, öğrenmekten insanı meşgul eden sebeplerden sakınma imkânı zorlaştığı zaman, onun zorlaşması ezelde cahillerden olmasının sebkat ettiğine delâlet eder.

Dolayısıyla böyle bir kimse hakkında ümit zayıflar. Tahsile devam etmenin sebepleri, kendisine kolaylaştığı zaman, bu durum delâlet eder ki ezelde onun âlimler zümresinden olacağı sebkat etmiştir. Böylece ahire-tin saadetlerinin ve derekelerinin sevap ve günahlarının irtibatı, sebeplerin müsebbibi olan Allah'ın takdir hükmüyledir. Tıpkı hastalık ve sıhhatin gıdalar ve ilâçları almaya bağlı bulunması, dünyada fakih olup yüce mertebeleri kazanmak için tembelliği terketmeye, fakih olmak için devamlı çalışmaya bağlı olduğu gibi...

Nasıl ki riyaset, kadılık ve ilmen önde olmak ancak fıkıh öğrenmekle mümkün ise, aynen öylece, ahiret mülküne ve nimetine ve âlemlerin rabbine yakın bulunmaya ancak selim olan ve temizlenen kalp elverişlidir. İşte Allah'ın ezeldeki tedbir-i ilâhîsi de bu şekilde sebkat etmiştir.

Nefse ve onu düzenleyene, ona bozukluğunu ve korunmasını ilhanı edene andolsun ki nefsini yücelten iflah olmuş, onu alçaltan da ziyana uğramıştır. (Şems/7-10)

Bu bakımdan kul ne zaman bir günah işlerse, günahı peşin bir felâket olur, tevbesi ise borç! Bu da mahrumiyetin alâmetlerindendir.

Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Muhakkak kul cennet ehlinin ameliyle yetmiş sene amel eder. Halk 'bu adam cennet ehlindendir' der. Onunla cennet arasında ancak bir karışlık mesafe kalır. Bu meyanda onun üzerine kitâb (kader) sebkat eder ve ateş ehlinin ameliyle amel eder ve ateşe girer!
Madem ki durum budur, tevbeden önce son nefesin gelip çatmasından korkmak lâzımdır. Çünkü her nefes, kendisinden önceki nefesin sonuncusu olabilir; zira ölümün o nefesle bitişik olması mümkündür. Bu bakımdan insanoğlu, nefesleri murakabe etmelidir. Aksi takdirde tehlikeye girer. Pişmanlığın fayda vermediği bir anda pişmanlıkları devam eder!

Dördüncü Tabaka
Dördüncü tabaka, tevbe edip, bir müddet istikamet üzerine yürüyüp, sonra günahı veya günahları nefsinde tevbe etmeyi niyet etmeden ve yapmış olduğu günahlardan ötürü hasret çekmeden işlemesidir. Şehvetlerinin arkasından koşan bir gafil gibi dalar.

İşte bu kimse günahta ısrar eden biridir. Bu nefis, hayırdan kaçan ve kötülüğü emreden nefislerdendir. Böyle bir nefsin kötü sonucundan korkulur! Bu nefsin durumu Allah'ın meşiyetindedir. Eğer kötülükle sonuçlanırsa, ardı gelmeyen bir şekavete girmiş olur! Eğer iyilikle sona erip tevhid üzerinde ölürse, bir zaman sonra da olsa ateşten kurtulması beklenir. Bizim muttali olmadığımız gizli bir sebepten dolayı affın şümulüne dahil olması da aklen muhal değildir. Nasıl ki bir hazine görmek için harabelerin arasına giren bir insanın, hazine bulmasının muhal olmadığı ve öğrenmeksizin, âlim olmak için evinde oturanın âlim olmasının muhal olmadığı gibi...

Nitekim peygamberler böyledir. Bu bakımdan ibâdetlerden ötürü mağfireti talep etmek, çalışmak ve tekrar etmekle ilmi, ticaret ve denizlerde sefer yapmak ile serveti talep etmek gibidir. Amellerin bozulmasına rağmen sadece ümide dayanarak mağfiret talep etmek, harabelerden hazine ve meleklerden ilim talep etmek gibidir. Keşke çalışan öğrenmiş olsaydı! Keşke ticaret yapan zengin olsaydı! Keşke oruç tutan ve namaz kılan bağışlansaydı! Bu bakımdan insanların tümü, âlimler hariç saadetten mahrumdurlar.

Âlimlerin tümü de ilmiyle amel edenler hariç mahrumdurlar, ilmiyle amel edenler de ihlâs sahipleri hariç mahrumdurlar. İhlâs sahipleri de büyük bir tehlike üzerin dedirler.68

Nasıl ki evini yakıp malını zayi eden, nefsini ve aile efradını aç bırakan, 'Ben Allah'ın faziletini bekliyorum ki harabe evimin altından bana bir hazine ihsan etsin' diyen bir kimse her ne kadar onu beklediği Allahın kudretinde muhal değilse de basiret sahiplerinin nezdinde ahmak ve mağrur kimselerden sayılırsa, aynen onun gibi ibâdette kusurlu, günahlara ısrarla dalmış, mağfiret yolunun yolcusu olmadığı halde Allah'ın mağfiretini bekleyen bir kimse de kalp erbabının nezdinde serserilerden sayılır. Bu serserinin aklına ve güzel bir ibare ile ahmaklığını süslü göstermeye çalışmasına hayret etmeli; zira der ki 'Allah kerîmdir. O'nun cenneti benim girmemden dar almaz. Benim günahım O'na zarar vermez ya!'

Sonra onu görürsün ki denizlerde seyahat eder. Dağlık, taşlık ve korkulu yolları para için aşar. Kendisine bu hususta 'Allah kerîmdir. O'nun hazineleri senin fakirliğini önlemekten âciz değildir. Ticarette tembellik gösterirsen sana zarar vermez. Bu bakımdan evinde otur.

Umulur ki Allah senin ummadığın bir yerden rızkını gönderir!' denildiği zaman, böyle diyen kimseyi ahmak sayar. Bu sözü söyleyenlerle alay eder ve der ki: 'Bu hevese nereden kapıldın? Gök, altın ve gümüş yağdırmıyor. Servet ancak çalışmakla elde edilir. Sebeplerin müsebbibi olan Allah böyle takdir etmiştir. O'nun kanunu böyle cari olmuştur. Allah'ın kanunu değişmez.

Bu aldanmış adam ahiret ile dünyanın rabbinin bir olduğunu, O'nun kanununun ne ahiret, nede dünya hakkında değişmediğini bilmez.

Allah şöyle haber vermiştir:
İnsana çalışmasından başka birşey yoktur. (Necm/39)

Öyle ise bu adam, nasıl ahiret hakkında Allah'ın kerim olduğuna inanıyor da dünya hakkında kerîm olduğuna inanmıyor? Nasıl malı kazanmak için gevşeklik göstermek 'Keremliğin muktezası değildir' der de 'daimî bir mülk ve daimî bir nimet için çalışmaktan gevşemek keremliğin muktezası ve isteğidir' der ve 'Bu gevşeklik keremin hükmüyle meydana gelmiştir.

Ahiret hakkında gayret göstermeksizin Allah hükmüne binaen kerem verecektir! Allah dünya işlerinin çoğunda şiddetle çalışmasına rağmen meneder vermez' der de

Allah Teâlâ'nın şu ayetini unutur?
Gökte rızkınız da var, uyarıldığınız da var! (Zâriyât/22)

Biz körlük ve dalâletten Allah'a sığmıyoruz. Bu inanç, tepetaklak olmak ve cehaletin karanlıklarına dalmak demektir. Bu inancın sahibi şu ayetin hükmüne dahil olmaya lâyıktır:

Rablerinin huzurunda başlarını eğerek 'Ey rabbimiz! Gördük, işittik bizi (dünyaya) geri çevir. Salih amel işleyelim, artık kesin olarak inandık' demekte olan suçluları bir görsen! (Secde/12)

Yani 'senin insan için ancak çalıştığının karşılığı vardır' dediğinde doğru söylediğini gözümüzle gördük. Bu bakımdan bizi dünyaya geri gönder de çalışalım. Fakat böyle dedikleri anda dünyaya gönderilme imkânından mahrumdurlar ve kendilerine gereken azap kesinleşir. Bu nedenle biz, cehaletin, şüphenin ve zarurî olarak insanoğlunu kötü bir sığmağa sürükleyen şekkin isteklerinden Allah'a sığınırız!



















62) Tirmizî
63) Beyhâkî
64) Ebû Yala, İbn Hibban
65) Taberânî, Beyhâkî
66) Tirmizî
67) Taberânî, Beyhâkî
68) Ebû Muhammed Sehl et-Tüsterî'den.