Kalplerin Hastalıklarının Tedavisinde Şehvetlerin Terkinin Çıkar Yol Olduğuna Dair Şer'î Deliller

Kalplerin Hastalıklarının Tedavisinde Şehvetlerin Terkinin Çıkar Yol Olduğuna Dair Şer'î Deliller ve Basiret Erbabının Naklî Delilleri ile Kalplerin Hastalığının Şehvetlere Tâbi Olmak Olduğu

İbret gözüyle bizim söylediklerimizi düşündüğün takdirde basiretin açılacaktır. Sana kalplerin, hastalıkları ve ilaçları, ilim ve yakîn nûru ile görünecektir. Eğer bundan âciz
isen, hiç olmazsa taklid edilmeye lâyık olan bir kimseye inanma ve tasdik etme fırsatını kaçırmamalısın. Çünkü ilmin derecesi olduğu gibi imanın da derecesi vardır. İlim imandan sonra gelir.

Size 'Kalkın!' denilince kalkın ki Allah sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.(Mücâdele/11)

Bu bakımdan şehvetlere muhalefet etmenin Allah'a giden yegâne yol olduğunu tasdik eden, fakat sebebine ve sırrına muttali olmayan bir kimse, iman edenlerdendir. Ne zaman şehvetin daha önce zikrettiğimiz yardımcılarına muttali olursa, o vakit ilim sahiplerinden sayılır. Allah Teâlâ bu iki gruba da en iyiyi va'detmiştir. Buna iman etmeyi gerektiren ayetler, hadîsler ve âlimlerin sözleri ise sayılamayacak kadar çoktur!

Ayetler

Kim de rabbinin makamından korkmuş ve nefsini kötü he-veslerden alıkoymuşsa, onun barınağı da cennettir.(Nâziât/40-41)

Bunlar o kimselerdir ki Allah kalplerini takvâ için imtihan etmiştir.(Hucurât/3)


Ayetin 'o kalplerden şehvetlerin sevgisini çıkarmıştır' anlamına geldiği söylenmiştir.

Hadîsler
Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:

Mü'min bir kimse beş şey arasında kıvranmaktadır: 1. Kendisini kıskanan bir mü'min, 2. Kendisine buğzeden bir münâfık, 3. Kendisiyle dövüşen bir kâfir, 4. Kendisini dalâlete götüren bir şeytan, 5. Kendisiyle çekişen bir nefis!43

İşte görüldüğü gibi Rasûlullah, nefsi, sahibiyle çekişen bir düşman olarak belirtmiştir. Bu bakımdan kişiye nefisle mücadele etmek farzdır.

Rivayet ediliyor ki, Allah Teâlâ Hz. Dâvud'a vahyederek şöyle buyurmuştur: 'Ey Dâvud! Arkadaşlarını şehvetlerden sakındır; zira dünya şehvetleriyle ilgili bulunan kalpler benden perdelidir'.

Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: 'Görmediği bir va'd için hazır şehvetini terkedene cennet vardır!'
Peygamberimiz (s.a) cihaddan gelen bir kavme şöyle buyurmuştur:

'Sizlere merhaba! Siz küçük cihaddan büyük cihada döndü-nüz!' Denildi ki: 'Büyük cihad da neymiş?' Şöyle buyurdu: 'Nefisle cihad etmektir'.44

Mücâhid odur ki, Allah'a ibadetinde nefsiyle mücâhede eder.45

Eziyetini nefsinden uzaklaştır. Allah'a karşı olan günahta nefsinin hevâsıyla anlaşma! Aksi takdirde nefis, kıyamet gününde senin hakkında davacı olur. Bu takdirde senin bir kısmın diğer bir kısmına lânet okur. Eğer Allah seni affedip günahını örterse, o zaman başka!46


Ashab'ın ve Âlimlerin Sözleri

Süfyan es-Sevrî şöyle der: 'Nefsimden daha katı birşey ile boğuşmadım. Bazen bana taraftar gözüküyor, bazen de aleyhime dönüyor!'

Ebu Abbas el-Mevsilî nefsine derdi ki: 'Ey nefis! Dünyada padişahların çocuklarıyla beraber nimetlenmiyorsun. Allah'ın kullarıyla beraber âhiret için de çalışmıyorsun. Sanki cennet ile cehennem arasında hapsedilmişsin. Ey nefis! Utanmaz mısın?'

Hasan Basrî şöyle demiştir: 'Serkeş hayvan senin nefsinden daha fazla kuvvetli bir geme muhtaç değildir!'

Yahya b. Râzî şöyle demiştir: 'Nefsinle, riyazet kılıçlarıyla cihad et! Riyazet de dört şekilde yapılır: Az yemek, az uyumak, az konuşmak ve insanların eziyetine tahammül göstermekle... Az yemek şehvetleri öldürür, az uyku iradenin durulmasını sağlar, az konuşma belâlardan kurtarır, eziyete göğüs germek ise, insanı hedefine götürür. Kul için, cefa anında hilim göstermekten, eziyet sırasında sabır göstermekten daha zahmetli bir durum sözkonusu değildir. Nefiste şehvetlerin ve günahların iradesi harekete geçtiği, fazla konuşma isteği kabardığı zaman, ona karşı az yemenin kılıçlarını, teheccüd ve az uykunun kınından çekip, sükût ve az konuşmanın erleriyle darbeler indirdiğin, zulüm ve intikamdan kesilinceye, diğer insanlar arasında emin olup, şehvetlerinin karanlığından berraklaşıp, âfetlerin tehlikelerinden kurtuluncaya kadar bu darbelere devam ettiğin takdirde nefis nâzik, nûranî, hafif ve rûhanî olur, hayırlar meydanında cevelân eder, taat ve ibâdet yollarında yürür, tıpkı meydanda koşan safkan at gibi, tıpkı bahçede gezintiye çıkan padişah gibi...'

Yine şöyle demiştir: İnsanın düşmanları üç sınıftır:
1. Dünyası
2. Şeytan
3. Nefsi


Dünyadan ancak zühd vasıtasıyla korunur ve sakınır. Şeytandan muhalefet etmek suretiyle, nefisten de şehvetleri terketmek suretiyle korunabilir'.

Hukemâdan biri şöyle demiştir: 'Bir kimsenin nefsi kendisine galebe çalar, onu istila ederse, o şehvetlerin kuyusunda esir olur, hevâsında hapsedilir. Elleri bağlı, şehvetlerin elinde zelil olur. Şehvetler onu istediği istikamete çeker. Onun kalbini faydalardan meneder'.

Câfer b. Humeyd şöyle demiştir: 'Âlimler, ve hekimler ittifak etmişler ki nimete ancak nimeti terketmek suretiyle varılabilir'.

Ebu Yahya el-Varrak şöyle demiştir: 'Azalarını şehvetlerle razı eden bir kimse, kesinlikle kalbine pişmanlıklar ağacını dikmiştir'.

Vuheyb b. Verd şöyle demiştir: 'Yavan ekmekten başka şeyler şehvettir'. Yine şöyle demiştir: 'Kim dünya şehvetlerini seviyorsa zillet için hazırlansın'.

Rivayet ediliyor ki, Mısır Azîzi'nin hanımı -Hz. Yusuf (a.s) yer-yüzünün hazinelerine sahip olduktan sonra- bir merasim gününde, yolunun kenarında oturarak, memleketin oniki bin ileri geleninin arasında binici olarak merasime iştirak eden Hz. Yusuf'a şöyle haykırdı: 'Padişahları günahtan ötürü köle yapan, köleleri de ibâdet ve taatlerinden ötürü padişah yapan Allah'ın şanı yücedir! Muhakkak ki hırs ve şehvet padişahları köle yapmıştır. Müfsidlerin cezası budur. Muhakkak ki sabır ve takvâ, köleyi padişah yapmıştır!' Buna karşılık olarak -Allah Teâlâ'nın haber verdiği gibi- Hz. Yusuf şöyle dedi:

Doğrusu kim (Allah'tan) korkar ve sabrederse, muhakkak ki Allah, muhsinlerin mükâfatını zayi etmez.(Yusuf/90)

Cüneyd-i Bağdâdî der ki:
"Bir gece uyanıp virdlerimi yapmaya kalktım. Fakat daha önceki virdlerimden hissettiğim zevki bir türlü bulamadım. Uyumak istedim olmadı, oturdum. Bir türlü rahat edemedim. Sonra dışarı çıktım. Baktım ki bir kişi abasına bü-rünmüş, yolun kenarında uzanmakta... Beni farkettiği zaman şöyle dedi:
-Ey Ebu Kasım! Şu saatte mi bana gelecektin?
-Efendim! Daha önce bir randevumuz yoktu.
-Evet! Doğru söylüyorsun. Fakat ben Allah Teâlâ'dan diledim
ki benim için senin kalbini harekete getirsin.
-Senin duan kabul olundu. Söyle bakalım ihtiyacın nedir?
-Ne zaman nefsin hastalığı, nefis için ilaç olur?
-Nefis, hevâ ve isteğine muhalefet ettiği zaman...
Bu sefer kendi nefsine dönüp şöyle dedi: 'Ey nefsim! Dinle! Ben bu cevabı sana yedi defa verdiğim halde benden dinlemek isteme-din. İlle Cüneyd-i Bağdâdî'den dinleyeceğim dedin. İşte dinledin'. Sonra savuşup gitti ve kim olduğunu da bilemedim".

Yezîd Rakkaşî der ki: 'Dünyada iken soğuk suyu benden uzaklaştırın, bu takdirde umarım ki ahirette ondan mahrum olmam'.

Adamın biri, âdil halife Ömer b. Abdulaziz'e 'Ben ne zaman konuşayım?' dedi. Ömer şöyle dedi: 'Nefsin konuşmayı istediği zaman sus! Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir: "Cennete müştak olan bir kimse mutlaka dünyada şehvetlerinden fedakârlık etmelidir".

Mâlik b. Dinar pazarda gezerken nefsinin çektiği birşey gördüğü zaman, ona şöyle hitap ediyordu: 'Sabret! Allah'a yemin ederim, bu şeyi nezdimde şerefli olduğun için sana yedirmiyorum'.

Âlim ve hakîmler ittifak ettiler ki ahiret saadetinin yolu, nefsi hevâsından alıkoymak ve şehvetlere muhalefet etmektedir. Bu bakımdan buna böylece inanmak farzdır.
Şehvetlerden terkedilen ve terkedilmeyen kısımların ayrıntılarının bilgisine gelince, bu ancak bizim daha önceden söylediklerimizi kavramak suretiyle elde edilir. Riyâzetin sırrı; kabirde olmayan bir şeyle nefsin ferahlaması, zaruret miktarıyla yetinmesidir. Bu bakımdan kişi yemek, evlenmek, elbise, mesken ve muhtaç olduğu herşeyde ihtiyaç miktarı ve zaruretin gerektirdiği oranla yetinmelidir. Çünkü kişi, bunların birinden zevk alırsa, ona alışır. Öldüğü zaman ondan dolayı dünyaya yeniden gelmeyi temenni eder. Oysa dünyaya yeniden gelmeyi, ancak ahiretten hiçbir şekilde nasibi olmayan bir kimse temenni eder. Bundan kurtuluş ancak kalbin Allah'ın marifeti, sevgisi, Allah hakkında düşünmesi ve Allah'a iltica ile meşgul olmasıyla mümkündür. Buna güç yetirmek de ancak Allah'ın inayetiyle olur. Dünyadan zikre mâni olan şeyleri uzaklaştırmak ile yetinmelidir. Bunun hakikatine kuvvet ve kudreti olmayan bir kimse, hiç olmazsa bu duruma gelmek için gayret gösterip yaklaşmalıdır. İnsanlar bu hu-susta dört gruba ayrılır:

1.Kalbi Allah'ın zikriyle müstağrak olmuş bir kişi. Yaşamın zarurî kısımları hariç, dünyaya hiç de iltifat etmez. Bu kişi sıddîklardandır. Bu mertebeye ancak uzun riyazetle ve uzun bir zaman şehvetlere sabretmekle varılabilir.

2.Dünyanın kalbini istilâ ettiği bir kişi. Öyle istilâ etmiş ki artık onun kalbinde Allah'ın zikrine yer kalmamıştır. Allah'ı, sadece nefsin hatırlaması kabilinden anar. Yâni kalbiyle değil, diliyle zikreder. Böyle bir kimse helâk olanlardandır.

3.Hem din, hem de dünya ile meşgul olan bir kişi. Fakat din kalbine galiptir. Bu kişi, muhakkak ateşe girer. Ancak ateşten çabuk kurtulur. Kurtuluşu, zikrin kalbine galip geldiği nisbette gerçekleşir.

4.Din ve dünya ile birlikte meşgul olan bir kişi. Fakat dünya onun kalbine daha galiptir. Bu kişinin ateşte kalması oldukça uzundur. Fakat sonunda ateşten çıkar. Çünkü onun kalbinde Allah'ın zikrinden bir kuvvet vardır. O kuvvet, zikri onun kalbinin
özüne yerleştirmiştir. Her ne kadar dünya zikri, bu kalpte daha galip ise de...
Ey Allahım, rezil olmaktan sana sığınıyorum. Çünkü sığınak ancak sensin!
Bazen kişi diyebilir ki 'Mübah şeylerden faydalanmak mübahtır. Durum böyleyken mübah şeylerden faydalanmak nasıl olur da Allah'tan uzaklaştırmaya sebep olur?'

Bu hayâl, zayıf bir hayâldir. Hatta dünya sevgisi her hatanın başıdır. Her hasenenin (sevabın) yanmasına sebeptir. İhtiyaç miktarından fazla olan mübah da dünyadandır ve bu, insanın Allah'tan uzaklaşmasına vesile olur. Bu husus Zemm'id-Dünya adlı bölümde sözkonusu edilecektir.

İbrahim Havvas der ki: "Bir ara Lukam dağında (Şam'ın en yüksek dağıdır. Âbid ve sâlihlerin sığınağı idi) bulunuyordum. Orada bir nar gördüm, canım çekti, ondan bir tane alıp parçaladım, ekşi olduğunu görünce bıraktım. Yere serilmiş bir kişi gördüm. Onun üzerinde eşek arıları toplanmışlardı. Ona 'Sana selâm olsun' dedim. O da 'Ey İbrahim! Sana da selâm olsun' diye karşılık verdi! Ona dedim ki: 'Sen benim İbrahim olduğumu nerden bildin?' Cevap olarak dedi ki: 'Allah'ı tanıyan bir kimseye hiçbir şey gizli kalmaz'. Ona dedim ki: 'Senin Allah ile hâlinin ve durumunun ne olduğunu görüyorum. Öyleyse neden Allah Teâlâ'nın seni şu eşek arılarından korumasını istemiyorsun?' Cevap olarak bana dedi ki: 'Ben de senin Allah ile hâlinin ne olduğunu görüyorum. Sen neden nara olan tutkundan seni korumasını kendisinden dilemedin? Çünkü nar yemenin elemini insan ahirette duyacaktır. Eşek arılarının ısırmasının elemini insan bu dünyada duyar'. Bu sözlerden sonra onu bırakıp gittim".

Sırrî es-Sakatî dedi ki: -Kırk seneden beri nefsim bir lokma ekmeği pekmeze daldırıp yemeyi arzu ediyor. Fakat bunu ona yedirmedim'.

Ahiret yoluna sülûk için kalbin ıslahı, ancak mübah şeylerden tıkabasa yemekten sakınmaya bağlıdır. Çünkü nefis, mübahların bir kısmından menedilmediği zaman, bu sefer mahzurlu ve haram şeylere yönelir. Bu bakımdan dilini gıybetten, fuzulî konuşmaktan korumak isteyen bir kimsenin Allah'ın zikrinden ve dinin önemli işlerinden başka konuşmamak için dilini zorlaması gerekir ki konuşma arzusu ölsün ve ancak hak ile konuşabilsin. Bu bakımdan böyle bir kimsenin sükût etmesi de konuşması da ibâdettir. Ne zaman ki göz, her güzel şeye bakmayı âdet edinirse helâl olmayanlara bakmaktan da korunamaz. Diğer şehvetler de böyledir. Çünkü insanoğlu helâli ne ile istiyorsa aynı şeyle haramı da ister. Bu bakımdan şehvet birdir. Oysa kula, şehveti haramdan menetmek farzdır. O halde kul şehvetlerin ancak zarurî kısmıyla yetinmeye nefsini alıştırmazsa, şehvetler ona galebe çalar. İşte bunlar mübahların âfetlerindendir. Bunun arkasında bundan daha büyük âfetler vardır. Şöyle ki, nefis dünyadan faydalanmakla sevinir, dünyaya meyleder. Çılgınca dünyaya dadanır. Dünya ile sarhoş olur ki sarhoşluğundan gözünü açamayan bir sarhoş gibi dünya ile ağzına kadar dolar. İşte dünya ile bu şekilde sevinmek, öldürücü bir zehirdir. Damarlara sirayet eder. İnsanın kalbinden korku ve üzüntüyü, ölümü hatırlamayı ve kıyametin dehşetlerini çıkarır. İşte kalbin ölümü bu demektir.

Öldükten sonra huzurumuzda hesap vereceklerini ummayıp da dünya hayatına razı ve onunla emniyet içinde olanlar ve ayetlerimizden gafil bulunanlar...(Yunus/7)

(Mekkeliler) dünya hayatı ile sevindiler. Oysa ahiretin yanında dünya hayatı ancak bir yol azığıdır.(Ra'd/26)

Biliniz ki, dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, aranızda bir övünme, mal ve evlât yarışıdır. (Bu) tıpkı bir yağmura benzer ki, onun bitirdiği nebat, çiftçilerin hoşuna gider, sonra kurur, onu sapsarı görürsün, sonra çerçöp olur. İşte hayatı bu şekilde olan kimse için ahirette şiddetli bir azap, mü'minler için ise Allah'tan bir mağfiret ve bir rıza vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir zevkten başka birşey değildir.
(Hadîd/20)


Bütün bunlar dünyayı zemmetmektedir. Bu bakımdan biz Allah Teâlâ'dan, dünyadan uzak kalmayı isteriz. Kalp erbabının kuvvetlileri, dünyanın nimetleriyle kalplerini denemişler, kalple-rinin katılaştığını görmüşlerdir. Allah'ın zikrinden ve son günden etkilenmekten uzaklaştığını müşahede etmişlerdir. Bir de kalplerini üzüntü hâlinde denemişler, bu sefer kalplerini yumuşak, ince, berrak, zikirden etkilenecek kabiliyette görmüşler ve kurtuluşun üzüntüde, ferah ve sevginin sebeplerinden uzaklaşmakta olduğunu anlamışlardır. Bu bakımdan kalplerini dünya zevkle-rinden menetmişler. Kalplerini şehvetlerin helâl ve haramına sabretmeye alıştırmışlardır.

Yine bilmişler ki, şehvetin helâli hesaptır. Haramı ise ikab ve azaptır. Şüpheli kısımları ise itabdır. İtab ise, azabın bir türüdür.

Bu bakımdan kıyamet arasatında hesaba çekilen bir kimse muhakkak azaba uğrar. Bütün bunları bildikleri için nefislerini azaptan kurtardılar. Şehvetlerin esaretinden kurtulmak, Allah'ın zikrine alışıp ibâdetle meşgul olmak suretiyle hürriyete, dünya ve ahirette daimî mülke vardılar. Doğan kuşuna ne yapılıyorsa onlar nefislerine onu tatbik ettiler. Doğan kuşunun eğitilip, yırtıcılık ve vahşilikten kurtulması, sahibine itaat etmesi istendiği zaman, önce karanlık bir evde hapsedilir. Uçmaktan ümidi kesilinceye kadar gözleri bağlanır. Daha önce başı boş uçma alışkanlığını unutuncaya kadar bu durum devam eder. Sonra sahibine alışıncaya kadar yavaş yavaş et yedirilir... Öyle bir alışkanlık kazanır ki sahibi kendisini çağırdığı zaman derhal gelir. Ne zaman sahibinin sesini işitirse derhal dönüş yapar. İşte nefis de halvet ve uzlete çekilip alışkanlıklarından kurtulmadan Allah'a yakınlaşamaz. Halvette iken Allah'ı medh u senâ edip zikretmeye alıştırılır ki Allah'ın zikrine meyletme alışkanlığı, dünya ve diğer şehvetlerle olan alışkanlıklarının yerini alsın. Bu durum, başlangıçta müride gayet ağır gelir. Sonuçta ise, mürid tıpkı süt emen çocuk gibi zevk almaya başlar. Süte karşı şiddetle zaafı olduğu halde memeden kesilir. Oysa memeden kesildiği zaman, bir saat sabredemez, dehşetli bir şekilde ağlayıp üzülür. Süt yerine kendisine takdim edilen yemekten şiddetle kaçınır. Fakat sütten menedildiği zaman süte karşı sabretmekten dolayı yorgunluğu çoğalıp açlık kendisine galebe çaldığı zaman, zoraki bir şekilde yemeye başlar. Sonra yemek kendisine tabiîleşir. Eğer yemeye alıştıktan sonra meme verilirse kabul etmez, memeyi terkeder... Sütten tiksinir, yemeğe iyice alışır. Binek hayvanı da başlangıçta eğerden, gem ve binilmekten ürker. Zorla buna alıştırılır. Önce zincir ve kayışlar vasıtasıyla kabul etmekten kaçındığı eğere daha sonra alışır. Öyle ki eğer yerine konduğu zaman artık o hayvancağız, bağlamaksızın eğerin altında durur. Nefis de tıpkı bu şekilde kuşun ve binek hayvanının terbiye edildiği gibi terbiye edilir. Nefsin terbiye edilmesi, dünya nimetine bakmaktan, onlara alışıp sevinmekten menedilmesidir. Hatta ölümle elinden gidecek şeylerle sevinmekten menedilmesidir. Zira nefse denilmiştir ki, 'İstediğini sev, muhakkak ondan ayrılacaksın'. Bu bakımdan nefis birşeyi sevdiğinde, muhakkak o sevdiğinden ayrılacağını bildiği zaman, artık onun ayrılmasından dolayı üzülmez. Kalbini kendisinden ebediyyen ayrılmayacak şey ile meşgul eder. O da Allah'ın zikridir. Çünkü Allah'ın zikri kabirde de insana arkadaşlık yapar, ondan ayrılmaz.
Bütün bunlar önce birkaç gün sabretmekle tamamlanır. Zira ömür, ahiret hayatının müddetine nisbeten azdır. Sefer, sanat ve benzerlerini öğrenip bir sene veya uzun zaman faydalanmak için, bir ay zahmet çekmeye razı olmayan akıllı bir kimse göremezsin. İnsan ömrünün tamamı, âhiret hayatına nisbet edildiği zaman bir ayın, dünya ömrüne nisbeten azlığından daha az görünür. Bu bakımdan sabretmek ve mücahedede bulunmak lâzımdır. Gece yolculuk yapanlar sabah olduğu zaman, gece yolculuğundan memnun olurlar. Uykusuzluğun sersemliği de onlardan geçmiş olur.

Nitekim Hz. Ali (r.a) bunu böyle söylemiştir. Her insan için mücâhede ve riyazetin yolu durumlarının değişik olması nedeniyle değişik olur. Esası ise, herkesin sevinmesine vesile olan dünya sebeplerini terketmesidir. Bu bakımdan mal veya rütbe veya vaazının halk tarafından kabul edilmesi veya hüküm vermek, idarecilikte aziz olmakla veya ders okutmakla övünen bir kimseye, herşeyden önce övünmesine sebep olan şeyleri terketmesi gerekir. Çünkü kişi, bu vazifelerin birinden menedildiği takdirde ve kendisine 'her ne kadar sen bu işten menedildiysen de bundan ötürü ahiretteki sevabın azalmaz' denildiği zaman, eğer bunu hoş görmez, bundan dolayı üzülürse, şüphesiz ki böyle bir kimse dünya hayatıyla sevinmiş ve ona bel bağlamış kimselerdendir. Böyle yapması ise, kendisini helâk eder. Sonra kişi, sevinç sebeplerini terkettiği zaman halktan uzaklaşıp tek başına kalmalıdır. Kalbini murakabe etmeli ki kalbi Allah'ın zikrinden başka birşeyle meşgul olmasın, nefsinde beliren şehvet ve vesveseyi kontrol etmeli ki onun maddesini kökünden sökebilsin! Çünkü her vesvesenin bir sebebi vardır. O vesvese, ancak o sebebin ve ilginin kesilmesiyle kesilir. Kişi bu durumu hayatının sonuna kadar devam ettirmelidir. Çünkü cihadın sonu ancak ölümle biter


43)Ebubekir b. Lâl
44)Beyhakî
45)Tirmizî
46)Irâkî rivayeti bu ibare ile görmediğini kaydetmektedi