Kalbin Aklî, Dünyevî ve Uhrevî İlimlerin Kısımlarına nisbeten hâli

Kalp, yaratılşıyla -daha önce de geçtiği gibi- mâlumatın hakikatlerini kabul etmeye hazırdır. Fakat kalbe gelen ilimler, aklî ve şer'î olmak üzere iki kısma ayrılır. Aklî ilimler de zarurî ve kesbî ilimler diye iki kısma ayrılır. Kesbî ilimler de uhrevî ve dünyevî diye iki kısma ayrılır.

Aklî ilimlere gelince, aklî ilimlerden gayemiz; aklın tabiatının istediği ilimdir. Taklid ve dinlemekle elde edilemeyen ilimlerdir. Bu ilimler, insanoğlunun tek şahsın aynı anda iki yerde bulunamayacağını ve tek şeyin hem hâdis (sonradan olma), hem kadîm, hem var, hem yok olmayacağını bildiği gibi, nerede ve ne zaman var olduğu bilinmeyen zarurî ilimdir. Bu ilimler ta çocukluk çağından beri insanoğlunun nefsinde bulunmakta ve insanoğlu bu ilimlerle birlikte yaratılmış olmakta ve bu ilim nerede ve ne zaman kendisinde oluştuğunu, yani yakîn sebebini bilmemektedir. Eğer 'Yakîn sebebini bilmemektedir' dememizin sebebi, kesinlikle insanoğlu kendisini yaratan ve hidayet edenin Allah olduğunu bilir. Bir de istidlâl ve öğrenmekle elde edilen kesbî ilimlere bölünmektedir. Bu iki kısım ilme de aklî ilimler denilir. Nitekim Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir:

Aklı iki akıl olarak gördüm, birisi metbû (fıtrî), diğeri mesmû (öğrenmek yoluyla elde edilen)... Fıtrî akıl olmadıkça öğretilmekle elde edilen akıl fayda vermez. Nitekim göz kör olduğu zaman güneşin fayda vermemesi gibi...
Birinci akıl, Hz. Peygamber'in Hz. Ali'ye söylemiş olduğu şu hadîste kastolunmaktadır:

Nezdinde akıldan daha şerefli birşeyi Allah yaratmış değildir.20

İkinci akıl, Hz. Peygamberin Hz. Ali'ye söylemiş olduğu şu hadîste kastedilmiştir:

Ya Ali! insanlar Allah'a iyiliğin çeşitleriyle (mânen) yaklaştığı zaman, sen de aklınla yaklaş!21

Zira fıtrî şeylerle ve zarurî ilimlerle Allah'a yaklaşmak mümkün değildir. Aksine insan çalışma neticesinde elde edilen ilimlerle Allah'a yaklaşır. Fakat Hz. Ali gibi kahramanlar ancak aklını kullanıp Allah Teâlâ'ya yaklaşmaya vesile olan ilimleri elde edip Allah'a yaklaşmaya muktedir olurlar. Bu bakımdan kalp, göz yerine geçer. Kalpteki akıl denilen nesne ise, gözde görünen kudret yerine geçer. Görme kuvveti ince bir kuvvettir. Kör olan bir kimsede okuma kaybolur. Gözleri sağlam olan bir kimsede ise gözlerini kapatsa veya, kapkaranlık bir gece olsa bile okuma kaybolmaz. Onun vasıtasıyla kalpte hasıl olan ilim, gözdeki görme özelliğinin kuvvet-i idrâkiyesi ve şeylerin bizzat kendilerini görme kuvveti yerine geçer.

Erginlik ve bülûğ çağına kadar çocukluk müddetinde ilmin, aklın bizzat kendisinden geri kalması, tıpkı görünen eşya üzerine feyezan eden ve güneşin pırıl pırıl parlama çağına kadar gözden geri kalan görmeye benzer. Kalp sayfalarının üzerine Allah tarafından yazan kalem ise, güneş kursunun yerine geçer. Erginlik çağından önce, çocuğun kalbinde hâsıl olması gereken ilim ancak şundan dolayı hâsıl olmamıştır: Çünkü çocuğun kalbi henüz ilmin bizzat kendisini kabul edecek raddeye gelmemiştir. Kalem, Allah Teâlâ'nın yarattığı mahlûklardan sadece bir tanesidir. Allah onu ilimlerin beşerin kalbine nakşedilmesine sebep kılmıştır... Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

O kalem ile öğretti. İnsana bilmediği şeyleri öğretti. (Alâk/4-5)


Allah'ın vasfı, mahlûkatının vasfına benzemediği gibi, kalemi de mahlûkatnın kalemine benzemez. Bu bakımdan Allah Teâlâ'nın kalemi ne kamıştandır, ne de ağaçtandır. Nasıl ki zâtı da ne cevherdir, ne araz... O halde, bâtın basiret ile zâhir görme arasındaki muvazene bu yönlerden doğrudur. Ancak şeref hususunda aralarında münasebet yoktur. Çünkü bâtın basîret, idrâk edici lâtifeden ibaret olan nefsin ta kendisidir. Bâtın basîret süvari gibidir. Beden ise at gibidir. Süvarinin körlüğü süvariye atın körlüğünden daha fazla zarar verir- Hatta bu iki zararın arasında kıyas bile tasavvur edilemez. Bâtın basîret, zâhir basiretle muvazeneli olduğu için Allah Teâlâ, bâtın basirete zâhir basiretin ismini vererek şöyle buyurmuştur.

Gördüğünü kalp tekzib etmedi.
(Necm/11).
İşte görüldüğü gibi burada kalbin idrâk ettiğine görme denilmiştir. Böylece Allah Teâlâ'nın şu ayeti de te'vil edilmelidir

Biz İbrahim'e atasının ve kavminin sapıklığını gösterdiğimiz gibi, göklerin ve yerin acâipliklerini ve güzelliklerini de gösteriyorduk ki tevhid hususunda yakîn sahibi olsun!(En'am/75)

Allah Teâlâ buradaki 'göstermekten' zâhirî görmeyi irâde etmemiştir. Bu sadece Hz. İbrahim'in özelliği değildir ki bununla Allah Teâlâ Hz. İbrahim'e minnet etsin! İşte bunun içindir ki bu görmenin zıddına körlük adı verilmiştir.

Gerçek şudur ki gözler kör olmaz. Fakat asıl sinelerin içindeki kalpler kör olur.(Hacc/46)

Bu dünyada kör olan kimse, âhirette de kördür (dünyada doğru yolu göremeyen, âhirette de kurtuluş yolunu göremeyecektir, hatta o) yol bakımından daha da sapıktır.(İsrâ/72)

İşte buraya kadar aklî ilimlerin açıklaması yapıldı. Dinî ilimlere gelince, bunlar peygamberlerden (s.a) taklid yoluyla alınmıştır. Bu da Allah'ın Kitabı'nı okumak, Hz. Peygamber'in sünnetini öğrenmekle meydana gelir, Kitab ve Sünnet'in mânâsını anlamakla elde edilir. Bu ilimle kalbin sıfatı kemâle, erer. Kalp, hastalık ve marazlardan selâmette kalır. Bu bakımdan aklî ilimler tek başına kalbin selâmeti için yeterli değildir. Her ne kadar kalp, bu aklî ilimlere muhtaç ise de... Nitekim beden sıhhatinin devamında sadece aklın yeterli olmadığı gibi... Aksine insanoğlu doktorlardan öğrenmek yoluyla ilâçların özelliklerini, bitkilerin özelliklerini bilmeye muhtaçtır... Sadece akıl buna yetmez... Bunu işittikten sonra anlaması da ancak akılla mümkün olur. Bu nedenle işitmeden akıl ve akıl olmadan da işitmek yeterli olmaz, ikisi birden lâzımdır. O halde aklı tamamen bir kenara iterek katıksız bir taklide çağıran bir kimse câhildir. Sadece akılla Kur'an ve Sünnet'in nûrlarından istifade etmeye kalkışan bir kimse de mağrur ve aldanmıştır. Bu bakımdan bu iki grubun birisinden olmaktan sakın! İki aslı bir arada bulunduranlardan ol! Çünkü aklî ilimler gıda, şer'i ilimler de ilaçlar gibidir. Hasta bir şahıs, ilaçsız gıda aldığı zaman, gıda kendisine zarar verir. İşte böylece kalplerin hastalıklarının tedavisi ancak şeriattan istifade edilen ilaçlarla mümkündür. Bu ilaçlar da kalplerin ıslahı için peygamberler tarafından terkibi yapılan' ameller ve ibâdetlerin vazifeleridir. O halde, hasta kalbini şer'î ibâdetlerle tedavi etmeyen ve sadece aklî ilimlerle yetinen bir kimseye bu aklî ilimler zarar verirler. Nitekim hasta bir kimsenin gıdadan zarar gördüğü gibi...

Aklî ilimlerin şer'î ilimlere zıt düştüğünü, bu iki ilmin bir araya gelmesinin mümkün olmadığını zanneden bir kimsenin zannı, bâsiretinin körlüğünden meydana gelen bir zandır. Böyle bir zandan Allah'a sığınıyoruz. Hatta böyle diyen bir kimsenin görüşünde şer'î ilimlerin bir kısmını diğer bir kısmıyla çarpışmaktadır ve bu kimse şer'î ilimlerin çeşitli kısımlarını bir arada bulundurmaktan da âcizdir. Bu zavallı zanneder ki bu, dinde -hâşâ- bir tenakuzdur ve böylece şaşkına döner. Dolayısıyla yağdan çekilen kıl gibi, dinden sıyrılıp dinin dışına çıkar! Böyle olması da ancak nefsindeki âcizliğinden, dinde tenakuz olduğunu hayal etmesinden ileri gelir. Oysa Allah'ın dininde tenakuz nerede ve ne gezer! Bu zan sahibinin misâli tıpkı bir kavmin evine giren ve ev içinde yerli yerinde bulunan kapkacağa dolaşıp düşen bir körün misâline benzer. Bu kör, ev sahiplerine şöyle haykırır: 'Neden bu kap kacak yolun üzerinde bırakılmış? Neden bu kap kacak yerli yerine konulmuyor?' Ev sahipleri kendisine derler ki: 'O kap-kacak yerli yerinde yerleştirilmiştir. Fakat sen körlüğünden dolayı yolu görmemekte ve gidip onlara takılmaktasın. Senin durumuna hayret etmek gerekir. Sen düşmeni neden körlüğüne hamletmiyor, bir türlü kusurun kendinde olduğunu kabul etmiyorsun da kusuru başkasında görüyorsun'.

İşte buraya kadar söylediğimiz, dinî ilimlerin aklî ilimlerle olan nisbetidir. Aklî ilimler dünyevî ve uhrevî diye iki kısma ayrılır. Dünyevî ilimler, tıp, matematik, hendese, astronomi ve sair sanat ilimleri gibidir. Uhrevî ilimler de kalplerin halleri, amellerin âfeti, Allah'ın sıfatlarının ve fiillerinin ilmi gibidir. Nitekim biz bunlardan İlim Kitabı'nda uzun uzadıya bahsettik. Bu iki ilim, birbirine zıttır. Yani zıddiyetlerinden şunu kastediyoruz; kim inayetini onların birisine sarfeder ve bu iki ilimden birinde derinleşirse, artık basireti çok zaman öbür ilme ulaşmaz. Onu hakkıyla elde edemez ve bu sırra binaen Hz. Ali (r.a) dünya ve ahiret için üç darb-ı mesel getirerek şöyle demiştir: 'Dünya ve ahiret, terazinin iki kefesi, veya batı ile doğu veya iki kuma gibidir. Ne zaman onlardan birini razı edersen, diğerini küstürürsün'. Bunun için dünya işlerinde, tıp, matematik, hendese ve felsefe de akıllı olanları görürsün ki, âhiret işlerinde câhildirler. Âhiret ilimlerinin inceliklerinde akıllı olan kimseleri görürsün ki dünya ilimlerinin pek çoğunda câhildirler. Çünkü aklın kudreti çoğu zaman iki işi birden yapmaktan âcizdir. Bu bakımdan bu işlerin biri, diğerinin mükemmel olmasına mânidir ve bunun içindir ki, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Cennet ehlinin çoğu, dünya işlerinden habersiz olan kimselerdir 22)

Hasan Basrî, va'zlarının birinde şöyle demiştir: 'Biz öyle bir kavme yetiştik ki eğer sizler onları görmüş olsaydınız, muhakkak onlara deli derdiniz. Eğer onlar da sizleri görmüş olsaydılar muhakkak size şeytan derlerdi!'
Buna rağmen ne zaman dinî emirlerden garip ve pek yayılmamış bir emri, diğer ilimlerde ilerlemiş bir kimsenin inkâr ettiğini görürsen sakın onların inkârı seni bu emri kabul etmekten alıkoymasın! Çünkü doğudaki yolcunun, batıdaki şeyleri bilmesi muhaldir. İşte böylece dünya ve âhiret işleri devam eder ve bunun için de Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Öldükten sonra huzurumuzda hesap vermeyeceklerini umup dünya hayatına razı ve onun emniyeti içinde olanlar, bir de delillerimizden gâfil bulunanlar, işte bunların elde ettikleri kötü ameller sebebiyle varacakları yer cehennem ateşidir!(Yunus/7)

Onlar, sadece şu yakın hayatın dış yüzünü bilirler; âhiretten ise tamamen habersizdirler.(Rûm/7)

Bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka birşey istemeyen kimseden yüz çevir! İşte onların ilimden erebildikleri budur.(Necm/29-30)

Buna rağmen dünya ve din maslahatlarında basîretin kemâline varmak, ancak Allah Teâlâ tarafından kullarının dünya ve âhiretini tedbir ve tedvir etmekle kemâle erişen kimseler için müyesser olur. Bunlar da 'Rûh'ul-Kudüs' ile teyid ve takviye edilen peygamberlerdir. O peygamberler ilâhî bir kuvvetten yardım alırlar. O ilâhî kuvvet ki bütün işleri kabzasına alır ve işlerin çokluğundan yorulmaz. Diğer yaratıkların kalplerine gelince, bunlar dünya işleriyle meşgul oldukları zaman âhiretten yüz çevirirler. Âhirette kemâle varmaktan mahrum kalırlar.

20)Hakîm-i Tirmizî, Nevâdir
21)Ebu Nuaym
22) Bezzar, (Enes'ten zayıf olarak); Kurtubî, Tezkire, (sahih olarak); İbn Adîy'e göre bu ri-münker'dir.