PIRLANTA NESİL

İnsan, güneşten ışık alan ve iktibas ettiği ziyayı etrafa yansıtan kamer gibidir. Güneş ile arasına dünya girdiği zaman nasıl ay kararır ve zulmetin merkezi haline gelirse, insan da iman ve ilmin ziyasından uzaklaştığı vakit cehlin, dalâlet ve sefaletin zulmetleri içinde bunalır ve perişan olur. İstiklâl ve istikbâlimizin ümit kaynağı bulunan neslimizi karanlık düşüncelerden ve karamsarlıktan koruyabilmek için aydınlatıcı usûller vardır. Onları ehemmiyet derecesine göre arzetmek istiyo-uz:

a) Kalbin iman nuru ile aydınlatılması:

Bir latîfe-i Rabbânî bulunan kalp, İslâm dininin belirttiği iman esaslarını tasdik etmekle aydınlanmış olur. Kelime-i tevhidin "Lâ"sı ile "illâ"sından oluşan menfi ve müsbet kutupların harekete geçmesi ile kalp fânûsu derhal ziya verecek hâle gelir. Gönül aydınlanınca, onun memuru durumundaki uzuvlar da tenevvür eder ve yüksek işler başar-maya ehliyet kazanır. Şöyle ki: Göz, röntgen ziyasını andıran bir şuâ ile, eşyanın mahiyetini müşahede etmeye başlar. Kulak, Cenâb-ı Hakk'ın kelâmını duymaya ve buyruklarına uymaya ünsiyet peydâ eder. Dil, hayrı ifade etmeye müsait hale gelir. Akıl, kalpten yansıyan nur ile, ince mânâları sezmeye ve gizli sırları çözmeye başlar. İman nurundan mahrum bulunan kimselere gelince, "Onların kalpleri vardır, (fakat) bununla idrak etmezler; gözleri vardır, bununla (hakikati) görmezler; kulakları vardır, bununla işitmezler..."(4).

b) Aklın ilim nuru ile aydınlanması:
Bilgi ile teçhiz edilmeye müsait bir hâlde yaratılan akıl, faydalı ilimler ile donatıldığı zaman, ferdi ve cemiyeti alâkadar eden hayatî meselelerde isabetli kararlar verir. Hayrı bilmekte ve hidayeti bulmakta müstesnâ bir kabiliyete sahip olur. İktisap ettiği ilim dalında ihtisasını artırdıkça tefekkür sahası genişler ve idrâki kuvvetlenir. Faydalı ilimlerden mahrum kalmış bir akıl, cehlin karanlıkları içinde bocalamaktan kurtulamaz ve "emmâre bis-sû" olan nefse mağlup olur. Bu hususa ışık tutan bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: "Bilgili insanların yeryüzündeki meseli, yıldızlar gibidir. Karanın ve denizin karanlıkların-da onlar ın( çalışmaları) ile hidayete erilir. Yıldızlar sönecek olursa hi-dayette olanlarınızın sapıtması çok sürmez" (5).

c) Kalıbın ibadetlerle aydınlatılması:
Maddenin kesafeti altında bulunan kalp, namaz ve oruç gibi ibadetlerle arınmış ve aydınlanmış olur. Allah Teâlâ'ya kulluk vazifelerini terk edenler, ışıktan yoksun bulunan çıkmaz sokağı andırırlar. İbadetten mahrum kalmanın zulmeti sözlerine ve yüzlerine akseder. Nur deryasını andıran namazı edâ etmek üzere huzur-ı ilâhiye duran kimse, pekçok füyuzâta nail olur. Rükuya eğildikçe ve secdeye kapandıkça bu rükünlerin envarı ve elvânı yüzünde parlamaya başlar. Bu ciheti tescil eden bir hadis-i şerifte "Namaz, nurdur" (6) müjdesi verilmiş bulunmaktadır.

d) Kur'ân ile elin ve dilin aydınlanması:
Allah Teâlâ'nın habli metini bulunan Kur'an-ı Kerim, her tarafa ziyasını yayan güneşi andırmaktadır. Mukaddes kitabımızı tutan eller, okuyan diller, ezberleyen zihinler ve ona bakan gözler pırıl pırıldır.

Samimî bir arkadaş sevgisi ile Kur'an-ı Kerim'den ayrılmayan, onu el-den ve dilden düşürmeyen mü'minler, nûr ve feyz iktibas ederler. Kitab-ı ilâhînin bu özellik ve güzellikleri sebebiyle bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmaktadır: "Kur'an, (evet) o (kitap), aydınlatıcı bir nûrdur, hikmetli bir öğüttür ve dosdoğru bir yoldur" (7). Allâhın kitabını okuma saadetine erişmemiş diller ve onun feyzinden mahrum kalmış gönüller, büyük bir zararın girdabına düşmüş olurlar. Beşeriyyetin halâskârı ve akılların muallimi bulunan Resûl-i Ekrem, bu ihmâlkârlığı, temsil yolu ile şöyle açıklamaktadır: "İçinde Kur'an'dan bir şey (bir âyet veya sûre) bulunmayan kimse, harap olmuş bir ev gibidir"(8).

Sahibi tarafından ihmâl edilmiş bir ev tasavvur ediniz. Sıvaları dökülmüş, camlan kırılmış ve çatısı çökmüş bulunan bu evin damında baykuşlar ötmekte, içinde vahşi hayvanlar tünemekte, pencerelerini örümcekler perdelemektedir. İçerden ne bir ses ne de bir ışık sızma-maktadır. Böylesine harap olmuş bir evin insan ruhunda bırakacağı hüzün ne kadar büyük olur! Bahsi geçen evin sahibi ile dostlukları bu-lunan kimselerin kederi, tasvire sığmayacak seviyeye yükselir.

Bir de yüce Hâlikımızın sun'u bedîi ile yarattığı vücut yapısını ele alalım. Sahibi onu ibadetle tenvir etmemiş, ruhun penceresi mesabesindeki gözlerini gaflet perdeleri ile kapatmış bulunmaktadır. Vücudun en şerefli merkezi ve "nazargâh-ı ilâhî" bulunan kalbi evham ve şüpheler kemirmekte, parlak fikirlerin yeşermesi lâzım gelen başında cehâlet baykuşları ötmektedir. Ağzından İslâmî bir ses çıkmamakta, yüzünde imânî bir pırıltı görülmemekte ve tefekkür libasından soyulmuş bulun-maktadır.

Böyle bir insanın harâbâtîliği, inkırâza yüz tutmuş bir evden daha fazla bunaltıcıdır. Zira evin çökmesi, maddî yönden zarara yol açar. Kur'an-ı Kerim'in hükümleri dışında bir hayat yolu takip eden kimsenin inkâr fırtınaları ile letâif kandillerinin sönmesi, menfi propagandalarla inançlarının zayıflaması ve ölüm denilen hâdise ile bu âlemden çöküp gitmesi sonunda doğacak zarar çok büyük ve ahirete dönük bulunmaktadır.
Nefsanî heveslere, şehvanî tesirlere ve şeytanın vesveselerine kendini kaptıranları uyaran İsmail Safa bey, şöyle terennüm etmektedir:

Kur'an ola hâl-ü harekâtında delilin,
Ahkâmına gafil beşer, ahkâmına râm ol!
Fermânı hakikattir o düstûr-ı Celilin
Fermânına râm ol da zaferyâb-! merâm ol!

Gecesi ve gündüzü birbiri ile kovalamaca oynayan ve kendisine aldananları hayâlî şeylerle avutan bu dünyada, celâl ve cemâl dalgaları ile çalkalanan bu okyanusta kol gücü ile sâhil-i selâmeti bulmak imkânsızdır. Allah'ın inayeti ve sıyâneti olmadan, Kur'an-ı Kerimin sadrından yükselen sese kulak vermeden murâdına nail olmak, "zor" kelimesinin ötesinde bir güçlük ifade etmektedir.
Zorlukları ve nâmüsait şartları göğüsleyerek yüksek tahsile devam eden, millet ve memleketini kalkındırma aşkı ile çırpınan, akrebin kıskacında hayatı hüner hâline getiren, en şiddetli sadmelerde sarsılmayan, en kuvvetli baskılarda zulme baş eğmeyen, vakarlı ve kararlı bir nesil yetişmektedir. Beyaz gömlekle tabâbeti, minber üzerinde hitabeti dirayetle ifâ eden çift yönlü bir gençliğin güler ve güzel yüzü, fecr-i sâdık gibi ufukları aydınlatmaya başlamıştır.

Namazını kılıp orucunu tutan, başındaki türbanla tesettürünü, elindeki Kur'an'la tefekkürünü ve okul kitapları ile tahsilini -diğer bir ifade ile cihadını- devam ettiren bu gençlik, hayallerin hakikate dönüşeceğini tesbit ve tebşir etmektedir. M. Âkif Bey'in dilinde "Âsımın Nesli" diye anılan, Necip Fâzıl Bey'in şiirlerinde "Sakarya saf çocuğu masum Anadolu'nun" mısrası ile tasvir edilen ve istikbâlin ümidi hâline gelen gençlik, "Pırlanta nesil" olarak isimlendirilmeye lâyık bulunmaktadır.

Kalbi imanlı, eli Kur'an'lı, sadrı vicdanlı, başı irfanlı, yüksek tahsil diplomasına sahip ve sahasında ihtisas yapmış böylesine bir gençliğe lâyık gördüğümüz "Pırlanta nesil" tabirini, kimseye yaranma hissi ile değil, yüce Halikımızın ihsâsı ie kullanmış bulunuyorum.

İnançlarını yaşayışı ile isbatlayan, başarılarını sadece kendi çalış-masına bağlamayan, muvaffakıyeti Cenâb-ı Hakk'ın tevfikında gören ve müsbet ilim sahasında yüksek başarılar elde edip millet ve memleketimizin "ümit kaynağı" hâline gelen bu gençliği övmek için "PIRLANTA NESİL" başlığı ile kaleme aldığım bir şiirle yazımı noktalamak istiyorum.

Fâtih'in neslisin sen, küçük görme kendini;
İstikbâle hazırlan, kopar nefs kemendini.

Mültekal-bahreyn olup dimağ ve ruh dopdolu,
İnsanı irşâda koş, tut bu abdin pendini.

Yüce İslâm dinini şâhikalara yükselt,
Budur aslî vazifen, bırak dünya derdini.

İhmâl etme Kur'ân'ı, terk eyleme iz'ânı;
Vakitli kıl namazın, bırakma sen virdini.

Mü'minlere müşfik ol, âdâ-i dine müdhiş;
Vakârını hiç sarsma, bozma sakın ahdini.

Gece gündüz tetebbû olsun senin meşgalen,
Olsun ilim meş'alen, tat irfanın zevkini.

Tefekkürle tedebbür metod olsun sana hem,
Tevfiki Hak'tan bekle, olma halkın hodbini.

Azmin binitin olsun, vecdin dahi kanadın;
Kıt'alar ötesine koş ve yık Çin seddini.

İlim kürsilerinde profesör sen ol da,
Yetiştir bu gençliği, tenvir eyle fikrini.

Kararmış ufukları aydınlatsın bu nesil,
Yerleştirsin tekniği, mâmur etsin şehrini.

Minarede ezanlar çınlatırken âfâkı,
Aydınlatsın hatipler cemaatin zihnini.

Din olmazsa ilim kör, ilimsiz din aksaktır;
Birleştir ikisini, ol sen çağın bilgini.

İpek böceği gibi ör başların içini,
Örtsün kızlar başını, açma sen duhterini.

Bal eri mi lâzımdır, "balerin" mi bu yurda?
Tefrik eyle çık yola, rezil etme neslini.

Tefekkür süzgecinden geçir târihleri sen,
İlmin sırrını anlat, herkes bilsin haddini.

Daha kaç yıl ağlasın kabirdeki ecdâdın,
Ümid çağlayanı ol, sevindir sen ceddini.

Pırlanta nesil dedim, sen de lâyık ol buna;
Kalpleri eyle ihyâ, ağart İslâm fecrini.

Kitap hacminde eş'âr yazmak gerek bu nesle,
Sen âcizsin bu işten, EMRE yorma kendini.

Bindokuzyüz doksanüç yılının mayısında,
Tamamlandı bu ebyât ve yazdım ebcedini.

(5) et-Terğib ve'î-Terhîb, c. 1, s. 100.
(6) Müslim, c. i, s. 140.
(7) Feyzü'l-Kadir, c. 4, s. 536.
(8) Tuhfetü'l-Ahvezî, c. 8, s. 231.