5.Semâ'nın Âdabı ve Tesiri

Semânın ilk derecesi dinleyeni anlamak, anladıktan sonra kalbine vaki olan mânâya hamletmektir. Sonra o anlayış, meyve olarak vecdi verir, vecd de azalarla hareketi doğurur. Bu bakımdan şu gelecek üç makama bakılmalıdır.

I. Makam/Fehm
Dinlenilenin anlaşılması, dinleyenin hallerine göre değişir. Dinleyenin dört hâli vardır:

Birinci hâl: Dinlemek, mücerret tabiatla olmalıdır. Yani kişinin dinlemekte nağmelerden ve lahinlerden lezzet almaktan başka haz ve nasibi yoktur. Böyle bir dinleme mübahtır ve dinle menin en aşağı derecesidir. Zira deve de bu derecede insanoğluna ortaktır ve diğer hayvanlar da ortaktır. Hatta bu zevki sadece hayat ister. Bu bakımdan her hayvan için güzel seslerde bir tür lezzet vardır.

İkinci hâl: Anlayışla dinlemelidir. Fakat onu ya belirli veya belirsiz bir mahlukun şekline hamleder. Bu dinleyiş gencin ve şehvet sahiplerinin dinleyişidir. Bu kimseler, dinlenileni şehvetleri istikametinde yorumlarlar. Hâllerinin durumuna göre tefsir eder ler. Bu hâl, konuşmaya değmez. Ancak bu halin aşağılığını ve ya sak oluşunu beyan etmek sûretiyle bu halden konuşulabilir.

Üçüncü hâl: Dinlediklerini kendi nefsinin Allah ile olan hâl lerine yormaktır. Hallerinin bazen istikrarlı ve bazen de istikrarsız oluşuna hamletmektir. İşte bu tür dinleme, müridlerin (ahireti arayanların) dinlemesidir. Hele mübtedilerden olursa... Zira mü ridin şeksiz ve şüphesiz bir muradı vardır. O murAd, onun hedefi dir. O nun hedefi Allah'ın marifetidir, Allah ile kavuşmak ve müşahede yoluyla ona sırren ve perdenin kalkmasıyla varmaktır. Müridin maksat ve hedefinde bir yolu vardır. Mürid o yolun yolcu
sudur. Bir kısım muameleleri vardır. Muamelelerinde o hallerle karşılaşır. Bu bakımdan mürid azarlama veya hitabın zikrini din lediği zaman, kabulün, reddin, visalin, hicranın, yaklaşmanın, uzaklaşmanın veya geçmişe dair hasret çekmenin veya bekleni lene karşı susamanın, varılacak bir hedefe karşı duyulan iştiyakın, ümidin, ümitsizliğin, vahşetin veya ünsiyetin, vefanın, vefasızlığın, ayrılık korkusunun, kavuşma sevincinin zikri veya dost mülahazasının, rakibin müdâfasınm, akan gözyaşlarının, arka arkaya gelen hasret ve pişmanlıkların, uzun ayrılığın, kavuşma vaadini veya benzerlerini işittiği zaman ki bunların vasıflarını şiirler kapsamaktadır elbette bunların bir kısmı müri din araştırmasında haline uygun gelir ve böylece kalbi çakmak taşından kıvılcımlar çıkartan demirin yerine geçer ve bu sayede kalbin ateşleri alevlenir. Şevkin ve heyecanın galeyana gelmesi kuvvet kazanır.

Bu nedenle müridin üzerine âdetine muhalif bir takım haller hücum eder. Müridin böylece lafızları haller üzerine yormakta geniş bir mecal ve sahası olur. Hiçbir zaman dinleyen, şairin konuşmasından kasdettiği mânâyı gözetmek mecburiye tinde değildir. Her konuşmanın çeşitli yönleri vardır. Her anlayış sahibi için o konuşmadan mânâ iktibas etmek için çeşitli yollar vardır. O halde biz, bu yorumlar ve anlayışlar için birkaç misal zikredelim ki, cahil içinde yanak, şakak ve ağız bahsi geçen şiirleri dinleyenin bu terimlerin zahiri mânâsını anladığını zannetmesin. Biz şiirlerden mânâların nasıl anlaşılacağı bahsini zikretmeye muhtaç değiliz. Zira dinleyenlerde (bunu güneşten daha) açık bir şekilde belirten durumlar vardır. Hikâye ediliyor ki, bazıları bir şairin şöyle dediğini dinledi: Elçi dedi ki: Yarın ziyaret edeceksin! Dedim ki: Dediğini anlıyor musun?

Bu şiiri dinleyen kişiyi şiirdeki nağme ve söz çileden çıkarıp vecde ve cezbeye getirir ve şiiri tekrar etmeye başlayıp 'ziyaret ede ceksin' anlamına gelen 'tezuru' kelimesinin başındaki 't' harfini 'ziyaret edeceğiz' anlamına gelen 'Nezuru' diye 'n' okuyup dedi ki: 'Decli: Yarın ziyaret edeceğiz!' Sevinmesinden ve ferahından bayılıncaya kadar bu sözü tekrar etti. Ayıldığı zaman kendisine 'Seni cezbeye getiren nedir?'diye sorulunca şu cevabı verdi: "Ben bu şiirle Hz. Peygamberin 'Muhakkak cennet ehli her cuma günü bir defa rablerini ziyaret ederler'42 hadîsini hatırladım!"

Rikka43, İbn Dirac'tan hikâye ediyor ki, İbn Dirac şöyle an latmıştır: Ben ve İbn Futi, Dicle üzerinden Basra ile Übülle (Irak'ta bir şehir) arasından geçiyorduk. Önümüze manzarası güzel bir köşk çıktı. O köşkün balkonunda bir kişi oturuyordu. Onun huzu runda şarkı söyleyen ve şöyle diyen bir cariye vardı:

Allah yolunda bir sevgi vardır, O sevgi benden sana verilir. Hergün başka bir renge giriyorsun.
Böyle olmamak sana daha yakışır. (Birgün göreceksin ki, ömür geçmiş. Ölümün elçisi gelip kapıyı çalmış).
Bu manzarayı seyrederken baktık ki tatlı bir genç elinde bir kova, sırtında yamalı bir elbise cariyenin şiirini dinlemektedir. O genç dedi ki: 'Ey cariye! Allah rızası için ve efendinin hayatıyla sana yemin verdiriyorum. Okuduğun şiiri bana tekrarla!' Cariye şiiri tekrarladı. Genç şöyle dedi: 'Vallahi, cariyenin dediği tam be nim Allah Teâlâ ile olan hâlimin hikâyesidir'. (Arkasından) genç ten dehşetli bir uğultu çıkıp ölü olarak yere serildi!

İbn Dirac diyor ki: 'Biz kendi aramızda İşte bir farz-ı kifaye ile karşılaştık'. (Cenazeyi kaldırmak bize farz-ı kifayedir) dedik. Bunun için durduk. Köşk sahibi, cariyeye dedi ki: 'Sen Allah rızası için hürsün'. Sonra Basralılar gelip onun cenazesini techiz tekfin edip cenaze namazını kıldılar. Defnedildikten sonra köşk sahibi, cemaate şöyle dedi: 'Ben sizi şahid tutuyorum ki, benim neyim varsa hepsi Allah yolunda sadaka olsun. Benim bütün cariyelerim hür olsun. Bu köşkümü de yolcular için vakfettim'. Köşk sahibi sonra sırtındaki elbiseleri çıkarıp attı. Göbeğinden aşağı bir izar, göbeğinden yukarı için de bir aba giydi. Çöle dalıp gitti. Halk da arkasından ağlayarak bakıyordu ve ondan sonra da kendisinden bir ses ve seda çıkmadı,
Bu hikâyeden maksat, bu şahıs vaktinin tamamını Allah Teâlâ ile olan hâlleriyle geçiriyordu. Muamelede güzel edepte sebat et mekten aciz olduğunu biliyordu. Kalbinin bir durumda durmayıp daima değişmesinden ötürü üzüntü çekiyordu. Kalbinin hak yol dan kayışı onu üzüyordu. Onun kulağına haline uygun bir şiir geldiği zaman, o şiiri Allah'tan dinliyor, sanki Allah Teâlâ ona hi tap ederek şöyle buyuruyordu: 'Hergün bir renge bürünüyorsun. Oysa bunun gayrisi senin için daha iyidir'.

Kimin dinlemesi Allah'tan ise, Allah üzerine ve Allah için ise, onun için en uygunu, Allah marifetinde ilim kanununu güçlendirmektir. Allah sıfatının marifetinde bu kanunla kuvvetlice bağlı bulunmaktır. Aksi takdirde teganni dinlediği zaman kalbine Allah Teâlâ hakkında muhal olan şeyler gelecek ve onlarla kâfir ola caktır. Bu bakımdan yola yeni başlamış bir müridin teganni din lemesinde tehlike vardır. Ancak dinlediğini Allah'ın vasfıyla ilgisi olmamak hasebiyle kendi haline yorumlarsa, o zaman tehlikeden kurtulur. Şiirde yanılmasının misali bu beytin ta kendisidir. Eğer nefsinde bu şiiri işitseydi ve bununla rabbine (c.c) hitab etseydi, hallerini sık sık değiştirmeyi Allah korusun Allah'a izafe etseydi o zaman kâfir olurdu. Böyle bir yanlışlık bazen tahkik ve tedkikle karıştırılmamış, mutlak ve mücerret bir cehaletten doğar. Bazen de öyle bir cehaletle oluyor ki, onu oraya bir nevi tedkik sev ketmiştir! Şöyle ki: Kişi kalbinin hallerinin değişmesini, sair âle min hallerinin değişmesini Allah Teâlâ'dan bilirse, bu hakikattir. Çünkü Allah Teâlâ bazen kalbine bast, bazen kabz verir. Bazen nûrlandırır, bazen karartır. Bazen katılaştırır, bazen yumuşatır. Bazen taatinde sabit kılar kuvetlendirir, bazen de hak yollarından çevirsin diye şeytanı üzerine musallat eder! Bütün bunlar Allah'tandır. Oysa o insandan sık sık değişik haller sadır olur, muhakkak o zat hakkında örf ve âdette 'bu zat çeşitli görüşler sa hibidir ve renkten renge giriyor' denir. Umulur ki şair şiirinden ancak sevgilisini, bazen kendisini kabul edişinde bazen red dedişinde bazen yaklaşışında bazen uzaklaşında renk değiştirmeye nisbet etmesini kastetmiştir. İşte mânâ budur. Bunu Allah Teâlâ için düşünmek katıksız küfürdür. En uygunu Allah Teâlâ'nın yarattığını renkten renge sokup kendisinin renk
değiştirmeyi kabul etmediğini, yaratıklarını değişik hallere uğratıp kendisinin değişmediğini bilmektir. Ama kulları böyle değildir. İşte bu ilim, mürid için taklidî bir inançtan hasıl olur! Basiret sahibi bir arif için, hakikî ve keşfi bir yakînden hasıl olur. Bu ise rubûbiyyet vasıflarının acaipliklerindendir. Allah Teâlâ bo zulmadan bozdurur, zaten bozulmak da Allah hakkında düşünülemez. Allah'tan başka, başkasını bulandıran ve bozan herşey bozulmadan bu vazifeyi yapamaz.

Vecd erbabından bazıları vardır ki, dehşetli sarhoşluk gibi bir hâl kendilerine galebe çalar. Dillerini itabla Allah'a uzatır, Allah Teâlâ'nın kalplere yaptığı kahr-ı ilahîsini iyi karşılamadığını açığa vurur. Çeşitli derecelerde şerefli halleri paylaştırmasını kö tülerler. Zira sıddîkların kalplerini kavuşturan, inkarcıların ve mağrurların kalplêrini uzaklaştıran ancak Allah'tır. Bu bakımdan Allah'ın verdiğine mâni yoktur. Menettiğini de vermeye kimsenin gücü yetmez. Geçmiş bir suçtan ötürü kâfirlerden tevfi kini kesmiş değildir. Peygamberlere yardımını, tevfikini ve hidayet nûrunu geçmiş bir vesileden ötürü vermiş değildir.

Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Gerçekten peygamberlikle gönderilen kullarımız hakkında sözümüz geçmiştir.
(Saffat/171)

Fakat benden şu söz gerçekleşti: 'Muhakkak cehennemi bü tün (kâfir olan) cinlerle, insanlardan dolduracağım'.
(Secde/13)

Ama bizden kendilerine güzellik geçmiş olanlar, işte onlar cehennemden uzaklaştırılmışlardır.
(Enbiya/101)

Eğer kalbine 'Neden insanlar hakkındaki Allah Teâlâ'nın geçmiş hükmü muhtelif olur? oysa kulluk vasfında müşterektirler' şeklinde bir istifham gelirse, derhal celâl ve aza met çadırlarından şu ihtar ile karşılaşırsın: 'Edep, hududunu geçme! Çünkü Allah Teâlâ, yaptığından sorumlu değildir. İnsanlar ise sorumludur!5 Hayatımla yemin ederim ki dilinin ve zahirin edebine insanların çoğu muktedir olur. Ama sırrı bu uzaklaştırmanın istifhamından (yaklaştırma, uzaklaştırma, şaki veya said yapma ve saâdete erdirme hususundaki zahirî ihtilaftan) uzak tutmaya ki bu durumlar da saâdet ve şekavetin ebedi ol masıyla beraberdirler muktedir değildir. Bu duruma ancak ilimde derinleşen âlimler güç yetirebilirler.

Bunun içindir ki Hızır rüya âleminde görüldüğünde kendisine teganni dinlemek hakkında sual soruldu. Cevap olarak dedi ki: 'Bu berrak ve saf bir durumdur. Bu durumda ancak âlimlerin ayakları kaymaz'. Çünkü teganni dinlemek kalbin esrarını tahrik eder. Gizlilerini açığa çıkarır. Kalbi, yeri gökten ayıramayacak derecede sarhoş olmuş, nerdeyse sırra karşı edep düğümünü açacak hida yetinin nûruyla ve ismetinin letafet ve inceliğiyle Allah Teâlâ ta rafından korunmuş bir kul müstesnadır.
Bunun içindir ki, seleften biri şöyle demiştir.: 'Keşke biz te ganni dinlemekten başabaş kurtulmuş olsaydık (yani ne lehimizde ne de aleyhimizde olsaydı)'.

Bu bakımdan bu tür bir dinlemekte, şehveti tahrik edici tegan niyi dinlemekten daha tehlikeli bir durum vardır. Çünkü şehveti tahrik eden teganniyi dinlemenin en son varacağı nokta günah işlemektir. Fakat buradaki teganni dinlemenin son varacağı yanlışlık küfrün ta kendisidir!

Anlayış bazen dinleyenin hallerine göre değişir. Aynı şiiri din leyen iki kişiye vecd hâkim olur. Oysa onlardan biri (mesela) anlayışta isabet etmiş, diğeri ise yanılmıştır veya her ikisi de isabet etmiştir. Fakat zıt ve değişik iki mânâyı anlamışlardır. Ama zıt mânâlar anlayanların değişik hallerine nisbet edildi mi, tenakuz ortadan kalkar. Nitekim Utbet'ul-Gulam şöyle diyen bir kişiyi dinler:

Göklerin cebbarı müşriklerin dediğinden münezzehtir. Muhakkak ki aşık ve muhib, meşakkat içerisindedir.
Utbe bu kişiye "Doğru söyledin' der. Başka biri daha bu kişiyi dinler ve 'Yalan söyledin' der. Bu manzara karşısında basiret er babından bazıları derler ki 'Bunların ikisi de doğru söylediler ve hak da bu basiret sahibinin dediğidir'. Zira tasdik daha hedefine varmamış, muradına tam ermemiş bir aşıkın sözüdür. Bu aşık,
muradına ermekten menedilmiş, menetmek ve uzaklaştırmaktan dolayı meşakkat çekmektedir. Tekzib ise, sevgiye arkadaş olmuş, onun yolunda çektiği zahmetlerden lezzetlenen sevgisinin ifrat de recesinde bulunduğundan ötürü o zahmetlerden menfi bir tesir kapmayan bir kimsenin sözüdür veya halihazırda muradından menedilmeyen ve gelecekteki menedilmenin tehlikesini idrak et meyen bir aşıkın sözüdür. Onun bu sözü, ümidin onun bütün zer relerini kaplamasından, hüsn-i zannın kalbine hâkim olmasından kaynaklanır. Bu bakımdan bu hallerin değişikliğiyle şiirin anlamı da değişik şekilde anlaşılır.

Ebu'l-Kasım b. Mervan, Ebu Said el-Harraz ile arkadaşlık yaptı. Seneler senesi teganni dinlemeyi terketti. Bir ara bir davette hazır bulundu. O davette biri vardı ve şöyle diyordu:
Su içerisinde susuz olarak durmuştur. Fakat su içirmiyor.
Bu şiiri dinledikten sonra orada hazır bulunanlar ayağa kalkıp vecd ve cezbeye kapıldılar. Ayrıldıkları zaman Ebu'l-Kasım kendi lerine 'bu şiirin mânâsından ne anladıklarını' sordu. Onlar 'şerefli hallere karşı susadıklarına ve sebepler hazır olduğu halde ondan mahrum kaldıklarına' işaret ettiler. Yani 'bunu anladık' dediler. Fakat onların bu cevabı Ebu''l-Kasım'ı tatmin etmedi. Cemaat 'O halde bu şiir hakkındaki anlayışını sen söyle!' dediler. Bunun üzerine Ebu'l-Kasım dedi ki: 'Kişi şerefli haller içerisinde bulunduğunda kerametlerle donatılmış olmasına rağmen onlar dan bir zerre dahi vermez'. Bu söz, haller ve kerametlerin ötesinde bir hakikatin varlığına işarettir. Haller o hakikatin öncesinde meydana gelen, kerametler onun başlangıçlarında görünen şeylerdir. Hakîkat ise, hâlâ ona varmak gerçekleşmemiştir, de mektir. Ebu'l-Kasım ile o cemaatin şiirden anladıkları mânâlar arasında esasında bir fark yoktur. Ancak susamışın rütbesindeki ayrılık farkı vardır aralarında... Çünkü şerefli hallerden mahrum olan veya onlara karşı susuzluk hissetmeyen, eğer onları elde ederse, bu defa onların ötesindeki şeylere karşı susayacaktır. Bu bakımdan iki mânâ arasında anlayışta bir ayrılık yok... Aksine değişiklik, iki rütbenin arasındadır. Ebubekir Şiblî de çoğu zaman şu şiiri dinlediğinde vecde kapılırdı: Sizin sevginiz hicrandır. Muhabbetiniz buğzdur. Visaliniz ayrılıktır. Anlaşmanız cenk ve harptir.

Bu şiiri, birçok yönlerden anlamak mümkündür. Onların bir kısmı hak, bir kısmı bâtıldır. O yönlerin en açığı bu mânâyı halk hakkında anlamaktır. Halbuki bunu dünyada dünyanın sırları hakkında, hatta Allah'tan başka herşey hakkında anlamaktır. Zira dünya aldatıcı ve hilecidir. Erbabını öldürücü, bâtında onlara düşman, zahirde onlara karşı sevgi gösterip sırıtan bir canavardır. Dünyadan sevgi ve sürur bakımından dolmuş bir ev varsa, o ev mutlaka ağlama ve gözyaşlarıyla dolacaktır. Nitekim bu durum haberde de varid olmuştur44 ve nitekim Ebu Mansur Sa'lebî dün yayı vasfederek şunları söylemiştir:
Dünyadan uzaklaş! Sakın ona müşteri çıkma!
Kendisiyle evleneni öldürene müşteri olma!
Vasfediciler dünya hakkında söylemişler.
Hem de çok söylemişler.
Benim yanımda dünyanın bir vasfı vardır.
Hayatımla yemin ederim, tam dünyaya yakışır.
Dünya şaraptır. Sonu ve gayesi acıdır.
İştah çekici bir merkeptir.
Sen onu yumuşak bulduğun zaman o serkeşlik yapar.
Dünya güzel bir şahıstır. Onun zahirî güzelliği halkı tesir altına alır.
Fakat onun kötü sırları ve gizli tarafları vardır. Eğer onlar halka görünürse çirkinlerin çirkinidir!
İkinci mânâ, şiiri Allah Teâlâ hakkında nefsinin kusur luluğuna hamletmektir. Zira kişi Allah Teâiâ'nın zatı hakkında düşündüğü zaman onun bu husustaki bilgisi cehalettir. Çünkü insanlar hiçbir zaman Allah'ı gereği gibi takdir edememişlerdir ve edemezler. Böyle bir kimsenin taat ve ibâdeti riyadır. Zira gereği gibi Allah için itikadda bulunmamıştır. Bu kişinin sevgisi sakattır. Zira bu kişi Allah'ın sevgisi uğrunda şehvetlerinden bir tek şehveti bile bırakmamıştır. Allah Teâlâ bir kuluna hayrı irade ederse, o kuluna nefsinin ayıplarını gösterir. O kul yukarıda geçen.beytin mânâsını kendi nefsinde görür. Her ne kadar gafillere nisbeten yüce mertebede ise de.... Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Yarab! Senin kendi nefsine sena ettiğin gibi, senin sena ve hamdini sayıp yerine getiremem.45

Muhakkak ben yirmi dört saatte yetmiş defa Allah Teâlâ'dan af talep ediyorum.46

Hz. Peygamberin af talebinde bulunması, kendilerinden sonra gelecek derecelere nisbetle uzaklık dereceleri bulunan hallerden idi. Her ne kadar o haller kendilerinden önce geçmiş hallere nisbe ten yakınlık sayılsalar da... Bu bakımdan hiçbir yakınlık yoktur ki, onun arkasında sonsuza kadar ikinci bir yakınlık olmasın. Zira Allah'a giden seyr-ü sülûkün yolu sonsuzdur. Yakınlığın en yakın derecelerine varmak muhaldir.

Üçüncü mânâ, hallerin başlangıçlarına bakıp onlardan razı olması, sonra onların neticelerine bakıp onları küçük görmesidir. Böyle görmesi de, o hallerde gizli bulunan birtakım gurura muttali olmasındandır. Bu bakımdan bunu da Allah Teâlâ bilir. O halde şiiri Allah Teâlâ'nın kaza ve kaderinden şikayet yönünden Allah hakkında düşünür! Böyle bir dinleyiş ise küfürdür. Nitekim bunun beyanı daha önce geçmişti. Hiçbir şiir yoktur ki, onu birkaç mânâya hamletmek mümkün olmasın. Onu mânalandırmak dinleye nin ilminin çokluğuna ve kalbinin saflığına göre olur.

Dördüncü hâl: Halleri ve makamları geçip Allah'tan başkasını anlamayan bir kimsenin dinlemesidir. Hatta bu kimse nefsinin hallerinden ve işlerinden bile habersizdir. Kendisi tıpkı şuhud-i aynînin denizinde kaybolup aklını şuurunu kaybeden bir kimse gibidir. Öyle kimse ki, onun hali Hz. Yusuf un güzelliğini görüp akılları başlarından gidip, hislerini kaybedip ellerini bıçaklarla kesen kadınların haline benzer. İşte sûfîler böyle bir hali 'Fena fi'n-nefs' diye tabir ederler.

Kişi nefsinden habersiz olduğu zaman, başkasından fâni olacağı şüphesizdir. Sanki kişi herşeyden habersiz ve herşeyi kay betmiş, sadece görünen 'Bir kalmamıştır. Aynı zamanda kişi şuhuddan da fâni olmuştur. Zira kalp ve şuhuda baktığı ve nefsine de görünür olarak iltifat ettiği zaman, o vakit meşhud (görünen)den gafil olmuş olur. Bu bakımdan görünende garkolan bir kimsenin istiğrak halinde görünenin rüyetine iltifatı yoktur. Görmesini temin eden gözüne de iltifatı yoktur. Lezzet alan kalbine de iltifatı yoktur. Zira sarhoş bir kimsenin sarhoşluğundan, lezzet lenen bir kimsenin lezzetlenmesinden haberi olmaz!... Onun ha beri sadece lezzet aldığı şeyden olur. Buna misal olarak şu temsil gösterilebilir: Birşeyi bilmek, o şeyi bilmenin bilgisine mugayir ve muhaliftir. Bu bakımdan şeyi bilen zat, şeyi bilmenin bilgisine sa hip olduğu zaman şeyden yüz çevirmiş sayılır. Bu hal bazen mah lukun hakkında olur ve aynı zamanda Halikın hakkında da olabi lir. Fakat çoğu zaman bu hal gelip geçer, durup devam etmez, ça kan şimşek gibidir. Eğer devanı ederse beşerî kudret ona güç yeti remez. Çoğu zaman beşerî kudret onun meşakkati altında tirtir titrer ve onunla nefsi helâk olur. Nitekim Ebu Hasan Ahmed b. Muhammed Nurî bir mecliste hazır bulunduğunda, orada şu beyti dinler:

Ben daimi bir şekilde senin sevginin değişik değişik konaklarına inerim ki,
O konağa iniş anında akıllar hayret ve şaşkınlık içerisinde kalır.
Bunu dinledikten sonra kalkıp vecde tutuldu. Şuursuzca çöl lere dalıp bir kamış ormanına giriverdi ki, kamışlar kesilmiş, kök leri kılıçlar gibi kalmış... Orada durmadan sağa sola sallanıp koşuyordu. Sabaha kadar bahsi geçen şiiri tekrarlayıp durdu. İki ayağından ise kanlar akıyordu. İki ayağı ve bacakları şişti. Bu hâ diseden sonra birkaç gün yaşayıp öldü.

İşte bu derece, sıddîklarm anlayış ve vecd derecesidir ve derece lerin en yücesidir. Zira haller üzerindeki dinleme kemâl derecele rinden kaynaklanır. Bu dereceler ise beşerî sıfatlarla katışıktır. O ise, bir nevi kusurdur. Ancak kemâl odur ki, kişi tamamen nefsin den ve hallerinden habersiz olsun. Nitekim Hz.Yusuf hâdisesinde bahsi geçen kadınların ne ellerine ve ne de bıçaklara iltifatları kalmadığı gibi...

Bu bakımdan böyle bir kimse Allah için dinler, Allah ile dinler ve Allah hakkında dinler ve Allah'tan dinler. Bu rütbe hakikatlerin engin dalgalarına dalan kimsenin rütbesidir. Hallerin ve amellerin sahiline geçen, tevhid safasıyla birleşen, katıksız ihlasla tahakkuk eden, kendisinde asla birşey kalmayan, beşeriyeti tamamen sönüp kül olan, beşerî sıfatlara müstakil olarak bakması tamamen yok olan bir kimsenin derece sidir. Ben kişinin fenasından cesedinin yok olmasını değil, kalbi nin fenasını kastediyorum.
Kalpten gayem, et ile kandan ibaret olan nesne değildir. Aksine ince bir sırdır ki, zahirî kalbe doğru onun gizli bir nisbeti vardır. O nisbetin ardında Allah'ın emrinden olan ruhun sırrı bulunmak tadır. Onu tanıyanlar tanımış, tanımayanlar ise, cahil kalmıştır. Bu sırrın bir varlığı vardır. İşte o varlığın sûreti orada hazır bulu nan nesnedir. Bu bakımdan orada başkası bulunursa sanki varlık orada hazır bulunan için sözkonusudur.

Bunun misali berrak aynadır. Zira aynanın esasında bir rengi yoktur. Aksine onun rengi onda hazır bulunanın rengidir. Şişe de böyledir. Zira şişe, içinde bulunanın rengini gösterir. Şişenin rengi, içinde hazır bulunan maddenin rengidir. Esasen şişenin bir sûreti yoktur. Onun sûreti sûretleri kabul etmesidir. Onun rengi ise, renkleri kabul kabiliyetidir. Kalpte bulunan bu hakikati, orada hazır bulunana izafeten, şairin şu şiiri açıklar:
Cam inceldi,şarap inceldi.Biri diğerine benzedi, ayırdedilmeleri güçleşti. Sanki şarap var, kadeh yok, sanki kadeh var, şarap yok!

Bu makam mükaşefe ilimlerinin makamlarındandır. Hulul ve ittihad iddiasında bulunanın hayali buradan kaynaklanarak dedi ki: Ene'lHak! Bu hayalin etrafında hristiyanların konuşması, la hut (Allah) ile nasutun (beşerin) birleşme davasındaki konuşmaları fısıldamaktadır veya nasut, lahutu bir kaftan gibi giymiştir veya nasut (beşer) lahuta (Allah'a) hulul etmiştir. Bütün bu değişiklilder, onların değişik ibarelerine binaendir. Bu ise sırf hatadır. Aynanın kırmızılığına hükmedenin yanlışlığına benzer. Ayna için böyle hükmeden karşıya bakmış orada kırmızı renk görmüş de ondan böyle hükmediyor. Bu muamele ilmine sığmadığından ve uygun bir bahis olmadığından dolayı, biz esas hedefe dönelim. İşte biz dinlenilenlerin anlamındaki değişik dereceleri belirttik.

II. Makam/Vecd
Vecdin hakikati ve mahiyeti hakkında halkın uzun konuşması vardır. Halktan sûfileri ve dinleme ile ruhlar arasındaki münasebet yönüne bakan hakimleri kastediyorum. Bu bakımdan biz, onların sözlerinden, lafızlar ve deyimler nakledelim. Sonra oradaki hakikati keşfetmeye çalışalım.

Sûfilerin Sözleri
Zünnûn-i Mısrî şöyle demiştir: 'Semâ hakkın bir elçisidir. Kalpleri Hakk'a doğru sevketmek için gelmiştir. Bu bakımdan ona hakkıyla kulak kabartan ve dinleyen bir kimse hedefe varır. Nefis ve tabiatla onu dinleyen bir kimse zındıklaşır!'
Sanki Zünnun-i Mısrî vecdi, kalpleri Hakk'a doğru tahrik et mekten ibaret olarak görmektedir. Zira Hakk'ın elçisi geldiği za man, Zünnun bunu görmüştür. Zira semâya 'Hakkın elçisi' de mesi de böyle gördüğünü ifade eder.

Ebu Hüseyin Dirac sernâ'da gördüğü hakikatten haber vererek şöyle demiştir: 'Vecd dinlemek anında mevcut olandan ibarettir'. Sonra devamla şunları söyledi: 'Dinlemek beni hâl ve heybet mey danlarında gezdirip bahşiş olarak bana Hakk'ın varlığını gösterdi. O da safa kadehiyle bana içirdi. Onunla rıza konaklarına vardım; Vecd tenezzüh ve genişlik bahçesine çıkardı.'

Şiblî (bazı nüshalarda Sa'lebî) şöyle demiştir:'Teganninin za hiri, fitnedir. İçi ise ibrettir. Bu bakımdan işareti bilen bir kimse için ibareyi dinlemek helâl olur. Aksi takdirde ibareyi dinlemek fitneyi çağırır ve insanı belaya maruz bırakır'.

Seleften biri şöyle demiştir: 'Teganni dinlemek marifet ehli için ruhların gıdasıdır. Çünkü teganni diğer amellerden incelip gizle nen bir vasıftır. İnceliğinden ötürü tabiatın inceliğiyle, saflığıyla idrak olunur'.
Amr b. Osman el-Mekkî şöyle demiştir: 'Vecdin keyfiyeti hiçbir ibare ile anlatılamaz. Çünkü vecd, yakın ve mü'min kulların nez dinde Allah'ın bir sırrıdır'.

Seleften biri şöyle demiştir: 'Vecd Hak'tan keşiflerdir'.
Ebu Said b. Arabî şöyle demiştir: 'Vecd, perdenin kaldırılması, murakıbın müşahedesi, anlayışı, huzur-u gaybın mülahaza ve gö zetmesi, sırrın muhadesesi, gaybm ünsiyetidir. Sen sen olduğun için vecd senin faniliğindir'.

Yine şöyle demiştir: 'Vecd Allah marifetinde ihtisas sahibi kılınanların derecelerinin ilkidir. Gaybı tasdik etme mirasıdır. Onlar vecdi zevk edip vecdin nûru kalplerinde parladığı zaman her şek ve şüphe kalplerinden sökülür'.

Yine şöyle demiştir: 'Vecd perdeleyen nefsin ilgi ve sebeplerle alâkadar olmasının eserlerinin görünmesidir. Zira nefis, sebeple riyle perdelidir. Sebepler kesildiği zaman zikir hulûsa erdiği, kal bin ayıldığı, incelip saflaştığı ve kalpteki va'z u nasihat karar kıldığı, kalp münâcaatm yakın bir yerine indiği, muhatap edindiği, dinleyen kulak, hazır olan kalp, zahir olan sır ile hitabı dinlediği zaman, işte o zaman boş bulunduğu şeyi müşahede eder. Müşahede edilen o şey vecddir. Çünkü kalbin yanında yok olan birşey var olmuştur. (Vecd de bu demektir)'.

Vecd odur ki, korkutucu bir hatırlamanın, heyecan verici bir korkunun, herhangi bir kayıştan ötürü bir serzenişin veya latife ile bir konuşmanın veya bir faydaya işaret etmenin, kaybolan bir şevkin üzüntüsünün, geçmiş zamandan dolayı pişmanlığın mey dana gelmesi, vacibe çağırıcının veya sır ile münâcaatın bu lunduğu bir zamanda mevcut olan şeye vecd denir. Vecd demek zahiri zahirle, bâtıni' bâtınla, gaybı gaybla, sırrı sır ile karşılaştırmak, lehinde olanı aleyhinde olanla ortaya çıkarmak demektir. Vecd, senin elde etmek için gayret sarfetmeni gerektiren ve daha önce yazılan şeydendir. Bu bakımdan bu senden olduktan sonra senin için yazılır. Kıdemsiz kıdemin sabit olur. Zikirsiz zik rin karar bulur. Zira nimeti ilk başta veren, seni sevk ve idare eden O'dur. Bütün işler O'na döner. İşte bu vecd ilminin görünür ta rafıdır.

Sûfîlerin vecd hakkında bu tür konuşmaları oldukça çoktur. Hükemanın Sözleri
Onlardan biri şöyle demiştir: 'Kalpte şerefli bir fazilet vardır. Nutk (konuşmak) kuvveti onu lafızlarla çıkarmaya güç yetiremez. Bu bakımdan nefis onu tegannilerle çıkartır. O belirince nefis se vinir ve ona karşı atılır. Bu bakımdan nefisten dinleyiniz. Onunla münâcaat ediniz. Zahirîlerin münâcaatmı terk ediniz'.
Bazıları da şöyle demişlerdir: 'sema'nın neticeleri, görüş ve düşünceden aciz olanı harekete geçirmek, fikirlerden uzaklaşanı düşünce sahasına çekmek, yorulmuş zihin ve görüşleri kes kinleştirmektir ki kaybettikleri geri gelsin, acizliği kuvvet bulsun, bunalmışlığı durulsun. Her görüş ve niyet de alabildiğine yürü sün. Bazen isabet, bazen de yanlışlık yapılsın. Gelsin, tehir olmasın'.

Başka biri de şöyle demiştir: 'Fikir belli olan ilme götürdüğü gibi, dinlemek de kalbi ruhanî âleme götürüp kapısını çaldırır'.
Başka birine nağme ve vuruşların vezninin ahenginde aza larının tâbii olarak hareket etmesinin sebebi sorulduğunda şöyle demiştir: 'Bu aklî bir aşktır. Aklî aşık ise iskeletin bir parçası olan dil ile maşukunu çağırmaya muhtaç değildir. Aksine onu, gülüm semekle sevindirir ve münâcaatta bulunur. Göz kırpmakla kirpik lerin ince hareketleriyle' kaşlarla ve işaretlerle münâcaat eder. Bütün bunlar konuşurlar ve birer ruhanîdirler. Hayvaniyete men sup olan aşık ise iskelete ait olan mantığı kullanır ki, o mantıkla zayıf şevkinin zahirini ve semeresini tabir edebilsin. Zayıf aşkını ifade etsin'.

Başka biri de şöyle der: 'Üzülen bir kimse nağmeleri dinlesin. zira Üzüntü nefse girdiği zaman nûrunu söndürür. Nefis se vindiği zaman nûru parlar. Sevinmesi görünür. Bu bakımdan kabul edende kabuliyet miktarınca iştiyak görünür. Bu ise kalbin saflığı, hile ve dünya kirlerinden temiz olması miktarmca takdir edilir'.

Semâ ve vecd hakkında söylenilen sözler pek çoktur. Hepsini zikretmek sûretiyle çoğaltmanın hiçbir mânâsı yoktur Bu bakımdan biz vecdin neden ibaret olduğunu anlatmaya çalışalım. Vecd semânın neticesi olan bir halden ibarettir. Vecd semânın akabinde hakkın yeni gelen bir elçisidir. Dinleyen nefsinde onu gö rür. O hâl ise iki kısımdan uzak ve boş değildir: Zira o hâl ya mükaşefe ve müşahedelere dönüşecektir böyle bir hâl ilim ve ikaz lar türünden ve nevindendir veya o hâl ilimlerde olmayan şevk, korku, üzüntü, ızdırap, sevgi, esef, pişmanlık, açıklamak ve dur gunluk gibi olan ve ilimlerden olmayan hâl ve değişimlere dönüşür. Bütün bu halleri, teganninin dinlenmesi kabartır ve tak viye eder. Eğer dinlemek, zahiri tahrik etmekte tesir etmeyecek veya teshir etmeyecek veya hali değiştirmeyecek kadar zayıf ise, veya âdetinin hilafına hareket eder veya gelir veya nazardan, nu tuktan ve hareketten, âdetinin hilafı üzerine sükûnet bulursa, o zaman onun ismine vecd denilmez.

Eğer zahirin üzerine tebellür ve terettüb ederse, buna vecd denir. Zahiri değiştirmesi ve tahrik etmesi gelişinin kuvveti hasebiyle ya zayıf veya kuvvetli olacaktır. Zahirin bozulması ve değişmeden korunması, vecde tutulan kişinin kuvveti ve azalarını zapt u rapt altında bulunduracak kudreti nisbetindedir. Bazen vecd, bâtında güçlenir. Sahibi güçlü olduğu için zahirde bir değişme meydana gelmez. Bazen de gelenin zayıflığı ve tahrik etmesinin az ol masından ötürü açığa çıkmaz ve görünmez. Çünkü birleşme düğümünü çözmeye kudreti yoktur! Birincinin mânâsına Ebu Said b. Arabî işaret etmiştir. Zira vecd hakkında şöyle demiştir: 'Vecd kontrol edenin müşahedesi, anlayışın huzuru ve gaybın mülaha zasıdır'. Bu bakımdan semâ 'dan önce keşfolunmayan bir eserin keşfine semâ sebep olabilir. Zira keşif birkaç sebeple meydana gelir. O sebeplerden birisi ikaz etmektir. Teganni dinlemek ise kişinin teganniden önce haklarında gafil bulunduğu birçok işe dikkatini çekip ikaz edicidir.

O sebeplerden biri de hallerin değişmesi, nefsinde müşahede ve idrak etmesidir. Zira halleri idrak etmek de vecdin gelmesinden önce malum olmayan birçok işin izahını ifade eden bir tür ilimdir.
O sebeplerden biri de kalbin saflığıdır. Semâ kalbin tasfiyesinde müsbet tesir ve etki yapar. Kalbin tasfiyesi ise keşfe sebep olur.

O sebeplerden biri de semanın kuvvetiyle kalbin coşmasıdır. Bu bakımdan kalp, bu coşuştan ötürü, o kuvvetten önce aciz olduğu şeylerin müşahedesine kuvvet kazanır. Nitekim devenin, sürücü sünün nağmelerini dinlemeden önce taşıyamadığı yükü, nağmeler sayesinde taşımaya muktedir olduğu gibi... Kalbin ameli daima keşfetmek ve melekut âleminin sırlarını mülahaza edip düşünmektir. Nitekim devenin de ameli ağır yükleri taşımak olduğu gibi.. Bu bakımdan bu sebepler vasıtasıyla semâ keşfe se bep olur. Hatta kalp saflığa kavuştuğu zaman, çoğu kere müşahede sûretinde hak kendisine görünür veya manzum bir lafzın içinde kulağına gelir ki eğer insan uyanıkken duyulursa bu hatif (gaibden gelen ses) diye tabir edilir... Eğer uyku halinde duyulursa, rüya diye tabir edilir. Bu ses nübüvvetin (peygamberliğin) kırkaltı parçasından bir parçadır. Bunun tedkik ve tahkiki muamele ilminin dışındadır.

Nitekim Muhammed b. Mesruk el-Bağdadî şöyle demiştir: 'Cahiliye günlerimde bir gece sarhoş olduğum halde çıktım. Ben o anda şu şiiri terennüm ediyordum
Tur-i Sina'da bir üzüm bağı var ki oraya uğradığında O üzüm sularını bırakıp, su içen kimseye şaşarım!
O anda birinin şöyle dediğini duydum: 'Cehennemde bir su var ki o suyu içenlerin içinde barsak denen birşey bırakmaz!'

Muhammed b. Mesruk diyor ki: 'Bu söz benim tevbemin, ilim ve ibadete yönelmemin sebebi oldu'.
İşte teganni bir kalbin tasfiyesine nasıl tesir etti ki, cehenne min sıfatı hakkında hakîkat kendisine belirip anlaşılır, vezinli bir lafzın içinde tahakkuk etti ve bu lafız onun zahiri kulağına gelip girdi.
Müslim Abadanî şöyle demiştir: Bir ara Salih el-Merî, Utbet'ul Gulam, Âbdülvahid b. Zeyd ve Müslim el-Esvarî yanımıza geldiler. Deniz, sahilinde konakladılar.Ben bir gece onlar için yemekhazırladım. Onları yemeğe davet ettim, onlar da geldi. Yemeği ön lerine getirdiğim zaman, bir şair sesini yükselterek şu beyti okudu:
Ebedıyyet evinden, yemekler seni meşgul mü ediyor?
Kılavuzluğu fayda vermeyen nefsin lezzeti seni meşgul mü ediyor?

Ravi der ki: 'Utbet'uL-GuLam bağırarak düşüp bayıldı. Diğerleri ise, ağlamaya başladılar. Ben yemeği önlerinden kaldırdım. Allah'a yemin ederim onlar o yemekten bir lokma dahi tat madılar'.
Nitekim kalbin saflığı halinde gaibden ses duyulur ve göz ile Hızır'ın sûreti görülür. Zira Hızır, kalp sahiplerine çeşitli sûret lerde görünür. Böyle bir durumda da melekler peygamberlere te messül edip görünürler. Ya sûretlerinin hakikati veya sûretlerini bazı yönlerden hikaye eden bir misal üzerine...

Nitekim Hz. Peygamber (s.a) iki defa Cibril'i esas sûretinde gördü ve Cebrail'in bütün gökleri doldurduğunu haber verdi. Allah Teâlâ'nın va'd-i ilahîsi budur:
Ona kuvvetleri pek çok olan (Cebrail) öğretti. Öyle ki, gö rünüşü güzel olup hemen hakikî şekli üzere doğruldu. O (Cebrail) yüksek ufukta idi.(Necm/5-7)

Saflıktan olan bu hallerin benzerinde, kalplerde gizli olanlara ulaşılır. Bazen bu ıttıla teferrüs diye tabir edilir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Mü'min bir kimsenin ferasetinden sakınınız. Çünkü o, Allah'ın nûruyla bakar,47

Hikâye ediliyor ki, ateşperestlerden birisi müslümanlar arasında gezerek, Hz. Peygamberin (s.a), 'Mü'minin ferasetinden çekininiz' hadîsinin mânâsını soruyordu. Müslümanlar ona kendi bilgilerine göre tefsirini söyledikleri halde o bir türlü ikna olmu yordu. Bu hâl, sûfîlerden bir şeyhe varıncaya kadar devam etti. O şeyhe varıp bu hadîsin mânâsım sordu. Şeyh kendisine şöyle cevap verdi:
Elbisenin altında bağlamış bulunduğun zünnarı çekip atmandır.
- Evet doğru söyledin! İşte mânâsı budur!
Böylece müslüman oldu ve İşte şimdi anladım ki, sen mü'minsin ve senin imanın haktır' dedi.
İbrahim Havas şöyle anlatır: Bağdad'da camide fakirlerden bir cemaatin arasında bulunuyordum. O esnada güzel kokulu, güzel yüzlü bir genç geldi. Arkadaşlarıma dedim ki: 'Bu gencin yahudi olduğu kalbime geliyor'. Aralarında bulunduğum cemaat o genç hakkındaki söylediğim sözden hoşlanmadılar. Sonra ben çıktım. O genç de çıktı. Sonra o genç onlara geri döndü ve 'Şeyh benim hakkımda ne söyledi?' diye sordu. Onlar kalbi kırılmasın diye birşey söylemediler. Fakat genç ısrar etti. Sonunda gence 'Senin yahudi olduğunu söyledi' dediler. Bu konuşmadan sonra genç bana geldi. Elimi başımı öpüp müslüman oldu ve şöyle dedi: "Biz (yahudiler) kitaplarımızda Sıddîk'ın ferasetinin yanlış çıkmayacağını okuyoruz. Ben müslümanları imtihan etmeyi düşündüm ve dedim ki; 'eğer müslümanlar içerisinde sıddîk bir kimse varsa, muhakkak şu taifenin içindedir'. Çünkü bu grup Allah'ın kelâmını okuyorlar. İşte bu niyetle ben sizi denemek mak sadıyla geldim. Şeyh benim durumuma muttali olup hakkımda fe rasetini kullandığı zaman anladım ki, o sıddîktır". Ravi der ki, bu genç daha sonra iman edip sûfîlerin büyüklerinden oldu.

Eğer şeytanlar Ademoğulları'nın kalpleri etrafında gezme Seydiler, muhakkak ki, onlar göklerin melekut âlemini sey redebileceklerdi.48

Şeytan kalpler kötü sıfatlarla dolu ise, onların etrafında dolaşır! Çünkü böyle kalpler, şeytanın ve ordusunun merası ve otlağıdır. Kalbini bu sıfatlardan arındıran bir kimsenin ise kalbi nin etrafında şeytan gezmez. Nitekim Allah Teâlâ şöyle bu yurmuştur:

Ancak içlerinden ihlasa sahip mü'minler müstesna. (Hicr/40)

Benim hâlis kullarıma karşı senin bir gücün yoktur. Sen ancak sana uyan azgınları saptırabilirsin).
(Hicr/42)

Semâ kalbin saflaşmasına sebeptir. Kalp o saflık vasıtasıyla hakkın avlanması için kullanılan bir ağdır. Gelecek rivayet buna işaret eder: Zünnun-i Mısrî Bağdad'a vardı. Sûfîlerden bir grup be raberlerinde şarkıcı biri olduğu halde ziyaretine geldiler. Şarkıcının kendilerine bir şeyler okuması için izin vermesini iste diler. Zünnûn izin verdi:
Senin küçük aşkın bana azap verdi!
Acaba o aşk geliştiği, kalbimi istila ettiği zaman ne yapacak?
Sen daha önce ortak olan bir aşkı benim kalbimde topladın.
Acaba üzüntüsüz bir kimsenin güldüğü zaman, ağlayan mahzun bir kimse için hiç şefkatin yok mu?
Bu sözleri söyledikten sonra Zünnûn-i Mısrî yerinden fırladı, ardından yüzü üstü yere yığıldı. Sonra bir kişi yerinden zıpladı. Zünnûn o kişiye şöyle hitap etti: 'Kalktığında O seni görür'. Bu söz üzerine kişi oturdu. Zünnûn Allah'ın inayetiyle o kişinin kalbine muttali oldu. Onun zoraki şekilde vecde kendisini kaptırmak is tediğini bildi ve böyle yapmamasını ihtar ederek, ona 'Allah için değil de başka birşey için kalktığın zaman seni gören Allah senin hasmın olacaktır' hakikatini bildirdi. Eğer kişi bu kalkışında doğru olsaydı, muhakkak gerisin geri oturmazdı. Bu bakımdan böylece vecdin semeresi keşiflere ve hallere dönüşüverdi.

Keşif ve hallerin herbiri, insanoğlu onlardan uzaklaştığı za man tabir etmesi mümkün olmayan ve tabir etmesi mümkün olan diye kısımlara ayrılır. Umulur ki, sen hakikatini bilmediğin bir hâli veya ilmi uzak göresin ki bu ilmin hakikatini izah etmek mümkün değildir. Bu bakımdan sen onu uzak görme! Çünkü sen en yakın durumlarında bile varlığına ve hak olduğuna dair birçok deliller görüyorsun.

İlme gelince, nice fakîhler vardır ki sûrette birbirine benzer iki mesele kendisine arzolunur. Fakih zevkiyle bu iki meselenin arasında hükümde fark olduğunu idrak eder. Fakat fakihe bu farkın yönünü birleştirmekte yardımcı olmaz, velev ki fakih insan ların en beliği olan bir kimse olsun. Bu bakımdan o fakih ancak zevkiyle farla idrak eder, fakat o farkın tabir ile belirtilmesi kendisi için mümkün değildir. Fakihin 'farkı idrak etmesi bir ilimdir. Zevk ile o ilimi kalbinde bulur ve o ilmin kalbine doğmasının bir sebebi olduğundan ve onun Allah nezdinde de bir hakikati olduğundan şüphe etmez. O hakikati haber vermek, kendisi için mümkün değildir. Fakat bu imkansızlık lisanındaki kusurdan ileri gelmez. Aksine mânânın esasında ibarenin yetişebileceğinden daha ince olduğundandır! Daima zor meseleleri mütalaa edenler bu kadarını idrak etmişlerdir.

Hale gelince, nice insan vardır ki sabahladığı vakitte, kalbinde 'kabz' veya 'bast' idrak eder. Fakat bir türlü onun sebebini bilemez. Bazen de bir insan birşey hakkında düşünür. O düşünce onun nef sinde bir eser meydana getirir. Dolayısıyla o sebebi unutuverir. O eser ise, nefsinde baki kalır ve onu hisseder. Bazen de hissettiği hâl, sevgiyi gerektiren bir sebep hakkında düşündüğünden ötürü nefsinde görünen bir sevinç olur veya bir üzüntü olur ki esas hakkında düşünüleni unutur ve fakat onun eserini hisseder.

Bazen de hâl garip bir hâl olur ki, sürur ve üzüntü lafızları onu ifade etmekten aciz kalırlar. Maksudu tam mânâsıyla belirten bir ibare bulunmaz ki onunla ifade edilsin. Vezinli şiir ile vezinli şiirin zevki o şiir ile vezinli olmayan kelâmın arasındaki farkı an cak bir kısım insanlar bilir, diğer bir kısmı bilmez. Bu öyle bir hal dir ki, ancak zevk sahibi bunu idrak eder. Hem de şüphesi kalmayacak derecede idrak eder, Bu halden, vezinli konuşmak ile rast gele konuşmanın arasındaki ayrılığı kastediyorum. Bu bakımdan zevki olmayan bir kimse o kelâmla kastettiğini açığa kavuşturacak tabir imkânından mahrumdur. İşte nefiste böyle ga rip haller vardır. Bunlar o hallerin vasıflarıdır; Hatta, korku, üzüntü ve sürurdan ibaret olan meşhur mânâlar, ancak mânâsı anlaşılan bir tegamıinin dinlenilmesinden hasıl olur.

Evtar (telli sazlar) ve mânâsı anlaşılmayan diğer nağmelere gelince, onlar ancak nefiste acaip bir tesir bırakırlar. O tesirlerin acaipliklerini anlatmak mümkün değildir. Bazen onlara şevk ta biri yakıştırılır. Fakat o 'şevk' ki sahibi 'müştak'ı tanımıyorsa aca ibin ta kendisidir. Kalbi telli sazı, şahin ve benzerini dinlemekle harekete gelen bir kişi ise, neye müstehak olduğunu idrak edemez. Ancak nefsinde bir 'hâl' hisseder! Sanki o hâl kendisinin bilmediği bir 'işi' ister. Hatta böyle bir durum halk tabakasında bile vaki olur. Kalbine ne bir insanın ne de Allah Teâlâ'nm sevgisi hâkim olma yan kimseler dahi bu hale tesadüf ederler. İşte bunun bir sırrı vardır. Her 'şevkin iki 'rükn'ü vardır: Birinci rükn müştakın sıfatıdır. Bu da aşık ile maşukun bir tür münasebetidir. İkincisi, maşukun marifeti ve ona varmanın sûretinin marifetidir.

Eğer şevkin varlığına sebep olan sıfatlar, maşukun sıfatını bilmek de mevcut ise bu takdirde durum apaçıktır. Eğer maşuk bilinmez fa kat teşvik edici sıfat bulunursa ve o sıfat kalbini harekete geçirip ateşini alevlendirirse böyle bir durum şüphesiz ki dehşet ve hayreti doğurur. Eğer bir insan, kadın görmeksizin, cima nedir bilmeksi zin tek başına bir yerde yetişirse, sonra ergenlik çağma varıp şehvet kendisine galebe çalarsa, mutlaka bu kimse, nefsinin şehvet ateşini hisseder. Fakat cinsî münasebete iştiyak duyduğunu bil mez. Çünkü cinsî ilişkinin sıfatını ve kadının vasıflarını bilmez. İşte böylece insanoğlunun nefsinde en yüce âlem ile bir münasebet vardır. Sidret'ül-Münteha'da. ve Firdevs-i Âlâda va'dedilen lezzet lerle bir ilgisi vardır. Fakat insanoğlu bunlardan sıfat ve isimleri hayal edebilir. Tıpkı cinsî ilişkinin lafzını ve kadının ismini duyup hayatında hiçbir kadının şeklini ve hiçbir erkeğin sûretini, hatta aynada kendi nefsinin sûretini görüp de onunla mukayese yapa bilmekten mahrum olan bir kimse gibi...

Bu bakımdan teganni dinlemek şevki tahrik eder. İfrat dere cede cehalet, dünya ile meşgul olmak kişiye nefsini dolayısıyla rab bini unutturmuştur. O halde kalbi, kendisinin bilmediği birşeyi kendisinden istiyor demektir. Dolayısıyla dehşete kapılıp hayrete giriftar olur. Çalkalanıp sallanır. Tıpkı kurtuluş yolunu bulama yan ve boğulmak üzere olan bir kimse gibi.. Bu ve buna benzer hal lerin hakikatlerinin tamamı idrak edilmeyen hallerdendir. Bu hal lerle sıfatlanmış bir kimsenin bunları izah etme imkanı yoktur. Bu bakımdan vecdin açıklaması mümkün olan ile açıklaması müm kün olmayan kısımlara ayrılması böylece ortaya çıkmış olmak tadır.







42) Tirmizî, İbn Mâce
43) Ebu Bekir Muhammed b. Davud Dineverî Şam'ın büyük şeyhlerindendir. H. 350 senesine kadar yaşamıştır.
44) İbn Mübarek, (İkrime b. Ömer'den)
45) Müslim
46) Zikir bölümünde geçmişti.
47) Tirmizî
48) Oruç bölümünde geçmişti.