5.Niyet Kulun İhtiyarına Dahil Değildir!

Cahil kimse, bizim niyeti güzelleştirme ve çoğaltma konusundaki tavsiyemizi, Hz. Peygamber'in 'Ameller ancak niyetlere göredir' hadîs-i şerifiyle birlikte düşündüğünde; ders verirken, ticaret yaparken veya yemek yerken kendi kendisine 'Ben Allah için ders okutmaya, Allah için ticaret yapmaya veya Allah için yemeye niyet ettim' demesinin niyet olduğunu zanneder. Oysa bu ancak nefsin konuşmasıdır. Lisanın ve fikrin sözüdür veya bir düşünceden başka bir düşünceye geçmektir. Niyet ise, bütün bunlardan farklı bir şeydir. Niyet ancak nefsin harekete geçmesi, gelecekte veya yaşanılan anda kendisinde gayesinin bulunduğunu bildiği şeye meyletmesi demektir. Meyli olmadığında, onu icat etmek veya irade ile elde etmekse mümkün değildir. Onu icat etmeye yeltenmek, tok birinin 'Ben yemeğe karşı iştah duymayı ve ona meyletmeye niyet ettim!' veya kalbi aşık olmayan kimsenin 'Ben filana aşık olmaya, onu sevmeye ve kalbimde büyütmeye niyet ettim!' demesine benzer. Böyle bir niyet muhaldir. Hatta kalbi bir şeye yöneltmenin imkanı yoktur. Bu ancak sebeplerini hazırlamakla mümkün olabilir. Bu da bazen kişinin kudreti ve gücü dahilinde bazen ise gücünün üstünde olur.

Nefis ancak kendisine uygun gelen; kendisini teşvik edecek ve hedefine ulaştıracak fiile karşı harekete geçer. İnsanoğlu, hedefinin, kendisine bağlı olduğuna inanmadığı sürece iradesini fiile yöneltmez. Bu ise her an güç yetirilemeyecek bir şeydir. İnanıldığında da bu hedefe, ancak kalp ondan boş olup daha kuvvetli bir hedefle meşgul değilse yönelinebilir. Bu ise, her zaman için mümkün değildir. İstek ve mânilerin birçok sebepleri vardır. Bunlar bu sebeplerle açığa çıkar; şahıslara, hallere ve amellere göre değişir. Bu bakımdan mesela şehveti galebe çalan kişi, din ve dünya için bir evlat sahibi olma gibi sıhhatli bir hedefe inanmadıkça, çocuk edinme niyetiyle cinsî münâsebette bulunma imkânından mahrum olur. Bilakis ancak şehvetini tatmin etmek için münâsebette bulunur; zira niyet, tahrik edene uymak demektir. Burada ise şehvetten başka tahrik edici yoktur. Bu durumda nasıl olur da çocuk edinmeye niyet edebilir? Kalbinde evlenme sünneti, Hz. Peygamber'e uyma fazileti düşüncesi galib gelmeyen kimsenin, evlilikle sünnete tâbi olmaya niyet etmesi mümkün olmaz. Bunu ancak lisanı ve kalbiyle bilebilir. Oysa bu da niyet değil, katıksız fısıltı olur.

Bu niyeti, elde etmenin yolu, kişinin önce şeriata olan imanını kuvvetlendirmesi ve kalbinde Hz. Peygamber'in ümmetini çoğaltmak için çalışmanın sevabını büyütmesidir. Böylece kalbinden, çocuğun nafakasının ağırlığı, uzun zahmeti ve benzeri düşünceler silinir. Bunun sonucunda, çoğu kez kişinin kalbinde sevap kazanma amacıyla çocuk edinmeye karşı bir rağbet uyanır. Bu rağbet onu harekete geçirir. Azalar da bu işi gerçekleştirmek üzere harekete geçerler. Bu bakımdan kalbe galebe çalan teşvikçiye itaat edilip de sevap kazanma amacıyla lisanı harekete geçiren güç kabardığında, kişi niyet etmiş olur. Eğer bu durum yoksa, düşündüğü, kalbinde evirip çevirdiği evlat maksadı katıksız bir vesvese ve hezeyân olur.

Seleften bir cemaat taatlerin bir kısmından kaçınmışlardır; zira kalplerinde, bunlara dair niyet bulamamışlardır. 'Bunun hakkında kalbimizde herhangi bir niyet yoktur' derlerdi.
Hatta İbn Sirîn, Hasan Basrî'nin cenaze namazını kılmamış ve 'Bu konuda kalbimde herhangi bir niyet oluşmadı' demiştir.

Seleften biri, birgün saçını sakalını taramak ister ve hanımına 'Bana bir tarak getir!' diye seslenir. Hanımı 'Ayna da getireyim mi?' deyince, bir süre sustuktan sonra 'Evet!' der. Kendisine 'Niçin böyle yaptın?' diye sorulunca da 'Tarak hakkında bir niyetim vardı. Ayna hakkında ise o anda kalbimde herhangi bir niyet yoktu. Bu bakımdan Allah kalbimde o niyeti yaratıncaya kadar bekledim' cevabını verir.

Kûfe âlimlerinden Hammad b. Ebî Süleyman vefat ettiğinde Süfyan es-Sevrî'ye şöyle denildi:
- Hammad'ın cenazesine gelmiyor musun?
- Eğer kalbimde bu konuda bir niyet olsaydı gelirdim!
Seleften herhangi birine iyi amellerden biri sorulduğunda 'Eğer Allah bana buna dair bir niyet verirse yaparım!' derdi.

Tavus ancak niyet ile konuşurdu. Bazen konuşması istenir; fakat o konuşmazdı. Bazen de istenilmediği halde konuşurdu. Bunun hikmeti sorulduğunda da 'İster misiniz niyetsiz konuşayım! Kalbime niyet geldiği zaman zaten konuşuyorum!' cevabını vermiştir.

Dâvud b. Mihber29 Kitab'ul-Akl'ı yazdığında İmâm Ahmed b. Hanbel ondan bunu istedi. Birkaç sayfasına baktıktan sonra da geri verdi. Bunun üzerine Dâvud 'Niçin böyle yaptın?' dedi. İmam Ahmed 'Kitabda zayıf senedler var' diye cevap verdi. Bu cevaba karşı Dâvud, İmam Ahmed'e 'Ben kitabı senedler üzerine rivayet etmiş değilim. Ona haber gözüyle bak. Oysa sen ona sadece amel gözüyle baktın! Eğer söylediğim gibi bakarsan fayda görürsün' dedi. Bunun üzerine İmam Ahmed 'O halde kitabı bana geri ver de senin gözünle bakayım!' dedi. Böylece İmam Ahmed kitabı geri aldı. Kitap uzun bir süre yanında kaldı. Sonra Dâvud'a 'Allah sana hayırlı mükâfatlar versin Kitab'dan fayda gördüm!' dedi.
Bir grup insan Tavus'tan dua isteyerek şöyle dediler:
- Bize dua et!
- Kalbimde sizin için bir niyet gördüğümde dua ederim!

Seleften biri şöyle demiştir: 'Bir aydan beri bir hastayı ziyaret için niyet beklemekteyim, kalbime hâlâ doğru bir niyet gelmemiştir'.

İsa b. Kesir şöyle anlatıyor. Birgün Meymun b. Mihran'la birlikte yürüyorduk. Kapısına geldiğimizde ben ayrıldım. Oğlu kendisine 'İsa'yı akşam yemeğine dâvet etmeyecek misin?' dedi. Meymun da 'Kalbimde böyle bir niyetim oluşmadı' karşılığını verdi.

Bunun hikmeti şudur: Niyet bakışa tâbidir. Bakış bozulduğunda niyet de bozulur.
Selef niyetsiz hiçbir amel işlemek istemezdi. Çünkü onlar niyetin, amelin ruhu olduğunu ve doğru bir niyet olmaksızın amelin riya ve zorlama olacağını biliyorlardı.

Böyle bir amelin, Allah'a mânen yaklaşmaya değil buğzuna sebep olduğunu biliyorlardı. Yine biliyorlardı ki niyet, kişinin diliyle niyet ettim demesi değildir; aksine Allah'tan gelen manevî fetihler yerine geçen kalbî bir harekettir. Bu bakımdan bazı zamanlar kolaylaşır; bazı zamanlar da çok zorlaşır! Evet! Kimin kalbinde din emri daha galipse çoğu zaman hayırlara niyet etmesi onun için kolaylaşır; zira böyle bir kimsenin kalbi her türlü hayrın esasına meyledicidir. Bu bakımdan çoğu kez kalbi ayrıntılara karşı harekete geçer. Dünyaya meyleden ve dünyanın kendisine galebe çaldığı kimselerin kalbinde, böyle bir niyet kolayca oluşmaz. Hatta bunlar için farzlar hakkındaki niyetlerin kolaylaşması dahi çok zordur. Bunun en son çaresi nefsi cehennem azabıyla korkutmak veya cennet nimetleriyle teşvik etmektir. Bu şekilde çoğu kez in-sanın kalbinde zayıf bir istekçi doğar. Dolayısıyla sevabı, isteği ve niyeti nisbetinde olur.

Allah'a taat ve ubûdiyyete müstehak olduğundan dolayı ve O'nu ululumak ve tâzim etmek niyetiyle yapılan taate gelince, böyle bir taat dünyaya rağbet eden kimseler için müyesser olamaz. Bu, niyetlerin en az rastlananı ve en yücesidir.

Yeryüzünde böyle bir niyete sahip olan şöyle dursun bu niyetin hakîkatini anlayan bile az bulunur.

Taatlar hakkında insanların niyetleri çok çeşitlidir. Mesela insanlardan bazısı azab korkusuyla ve ondan kurtulmak için amel eder. Gerçi böyle bir kimse ateşten korunur. Diğer bir grup da cennete girebilmek için amel eder. Bu derece, her ne kadar, Allah'ı sırf zatından ve celâlinden ötürü tâzim eden kimselerin mertebesine göre düşük bir mertebe ise de, yine de doğru niyetlerdendir. Çünkü bu, ahirette va'dedilen bir şeye meyletmektir. Bu şey, dün-yada görülen şeylerden olmasına rağmen durum böyledir. Bu dünyada insanı teşvik eden şeylerin başında tenasül uzvuyla mide gelir.

Bunların ihtiyaçlarının karşılanacağı yer cennettir. Bu bakımdan cennet için çalışan kimseler, midesi ve tenasül uzvu için çalışanlardır. Tıpkı ancak ücret aldığında çalışan kötü ırgat gibi onun derecesi de sıradan kimsenin derecesidir. O bu dereceyi, ameliyle elde eder; zira cennetliklerin çoğu sıradan kimselerdir.

Akıl sahiplerinin ibadeti ise Allah'ın zikrini ve O'nu düşünmeyi geçmez. O'nun cemâl ve celâlinin sevgisinden dolayı yapılır. Diğer ameller de onu kuvvetlendirmek üzere arkasından gelir. Bu kimseler, derece yönünden cennetteki yiyeceklere ve eşlere tamah etmekten yücedirler. Çünkü bunlar cenneti kasdetmezler. Bilakis onlar sabahakşam rablerini çağırır ve sadece O'nun rızasını kastederler. İnsanların sevapları niyetleri nisbetindedir. Bu bakımdan şüphe yoktur ki bunlar, Allah'ın kerîm vechine bakarlar ve ela gözlü cennet kadınlarının yüzüne bakan kimselerle alay ederler. Tıpkı ela gözlü cennet hanımlarına bakan kimsenin, çamurdan yapılmış şekillerin yüzüne bakanları hor görmesi gibi...

Hatta bu fark daha da büyüktür; zira rubûbiyyet huzurunun güzelliği ile ela gözlü cennet hanımları arasındaki fark; ela gözlü cennet kadınlarının güzelliği ile çamurdan yapılmış şekillerin güzelliği arasındaki farktan çok daha büyük ve (ayrılık bakımından) çok daha şiddetlidir. Hatta şehvetperest ve hayvanî nefislerin; güzellerle başbaşa kalarak şehvetlerinin isteğini yerine getirmeyi büyütüp Allah Teâlâ'nın kerîm vechinin güzelliğinden yüz çevirmeleri; tıpkı pislik böceklerinin pislik yuvarlayıp onunla uğraşarak ve kadınların güzel yüzlerinden yüz çevirmesine benzer. Bu durum kalplerin çoğunun Allah'ın cemâlini idrâk etmekten mahrum olması gibidir; zira böcekler bu güzelliği idrâk edemez ve dolayısıyla ona iltifat etmez. Eğer böceklerin aklı olup kadınların güzelliğini farkedebilselerdi, mutlaka onlara iltifat edenin aklını güzel bulurlardı!
Onlar daima ihtilaf halindedirler. (Hûd/118)

Her hizib kendi yanında bulunan (din veya kitap)la sevinmektedir.(Mü'minûn/54)

Zaten (Allah) onları bunun (ihtilaf) için yaratmıştır.(Hûd/119)

Anlatıldığına göre Ahmed b. Hıdraveyh30 rüya âleminde rabbini görmüştür. Rabbi ona şunları söylemiştir: 'Ebu Yezid müstesna her insan benden cenneti istiyor. O ise, beni (cemâlimi) istiyor!'

Ebu Yezid de rabbini rüya âleminde görmüş ve 'Rabbim! Sana nasıl ulaşılır?' diye sormuştu. Allah Teâlâ da 'Bana nefsini terkederek gel!' buyurmuştu.

Şiblî, öldükten sonra rüyada görüldü. Kendisine 'Allah sana nasıl muamele etti?' diye sorulduğunda şöyle cevap verdi: "İddialara karşı benden delil istemedi. Ancak bir sözüm için delil istedi. Şöyle ki birgün 'Cenneti kaçırmanın zararından daha büyük bir zarar var mıdır?' dedim. O ise 'Benim mülakatımı kaçırmanın zararından daha büyük bir zarar var mıdır?' buyurdu".

Gaye; bu niyetlerin çeşitliliğini göstermektir. Kalbinde bu niyetlerden biri galebe çalan kimse çoğu kez, o niyeten, başkasına dönmeye muvaffak olamaz. Bu hakikatlerin marifeti zâhire bakan fakîhlerce inkâr edilecek amel ve fiilleri gerektirir.

Kalbinde bir mübah hakkında niyet bulunup da fazilet hakkında bir niyet bulunmayan kimsenin mübahı işlemesi daha evlâdır. Bu durumda fazilet mübaha intikal eder. Fazilet işlendiği takdirde bu kendisi için bir eksiklik olur; çünkü ameller niyetlere bağlıdır. Bu tıpkı affetmek gibidir; zira zulüm hususunda affetmek, zâlimden intikam almaktan daha üstündür, ancak kalpte çoğu kez, af hususunda değil, intikam alma hususunda bir niyet bulunur. Dolayısıyla intikam almak daha üstün olur. Yeme içmesinde ve uyumasında nefsini rahata kavuşturup yapacağı ibadetler için kuvvet kazanmaya niyet eden kimsenin durumu da böyledir. Oysa o her iki halde de kalbinde oruç ve namaza karşı bir niyet duymamaktadır. Öyle ise, bu durumda yemek ve uyumak kendisi için daha üstündür. Uzun süre devam ettiğinden dolayı ibadetten usanan, ibadetteki canlılığı dumura uğrayıp isteği zayıflayan kimse, bir saat oynamak ve konuşmak ile canlılığını yeniden kazanacağını bilirse, oynamak ve konuşmak, onun için (nafile) namaz kılmaktan daha üstündür.

Ebu Derdâ şöyle demiştir: 'Ben nefsimi bir çeşit oyunla dinlendiririm ki bu meşguliyet hakka yardımcı olsun'.

Hz. Ali şöyle demiştir: 'Kalplerinizi arasıra dinlendiriniz; zira kalpler, usandıklarında körleşirler'. (Nehc'ul-Belâğa)

Bunlar inceliktir. Bu incelikleri ancak derin âlimler anlayabilir. Kabukla uğraşanlar ise, bu sahanın eri değildirler. Tıp ilminde hâzık olan kimse, bazen hararetine rağmen, ateşli bir hastayı et ile tedavi eder. Tıpta eksik olan kimse bu tedavi şeklini uygun bulmaz. Oysa hâzık olan kimse, önce bu tedavi ile hastaya kuvvet kazandırıp, sonra zıddıyla tedavi görmeye dayanmasını sağlamak ister. Satranç oyununda usta olan kimse, bazen Rüh (satranç taşlarından birinin adı) ve at'ından vazgeçer ki bununla galibiyet elde edebilsin. Basireti zayıf olan kimse ise, bazen böyle yapan kimseye güler, onun bu hareketine şaşar. Aynen bunun gibi, harb hilelerini bilen kimse de bazen düşmanının önünden kaçıp ona arkasını çevirir, ancak bunu, düşmanını dar bir boğaza sıkıştırmak ve sonra da aniden saldırarak onu mağlup etmek için yapar.

Allah yoluna sülûk etmek de aynen böyledir; hepsi şeytanla dövüşmek ve kalbi tedavi etmektir. Muvaffak olan basiret sahibi, bu yolda, zayıflar tarafından uygun bulunmayan tedbirlerle incelikler üzerinde durur. Bu bakımdan mürîdin (şeriata uyan) şeyhinden gördüğüne karşı çıkması uygun olmadığı gibi, öğrencinin de hocasına itiraz etmesi uygun değildir. Bilakis basiretin hududu yanında durması ve onların mertebesine varıp sırlarını öğreninceye kadar şeyhle hocanın ahvâlinden anlamadığını kabul etmesi gerekir. Tevfîkin güzeli Allah'tandır.



29) Sakafî soyundan gelen bu zat aslen Basralı'dır. Bağdad'da yaşamıştır. Hadîsleri metruk'tur. İbn Hibban onun mevsûk kimselerin adına hadîs uydurduğunu söylemiştir. H. 206'da vefat etmiştir. Kitab'u1-Akl küçük hacimli bir kitaptır ve içinde akıl ve akl'ın faziletleri hakkında gelen hadîsler ve haberler bulunmaktadır. Hâfız Tehzib adlı eserinde bunların çoğunun uydurma hadîsler olduğunu söylemektedir.
30) Ebu Hâmid İmam Ahmed b. Hıdraveyh Belhlidir. Horasan'ın büyük şeyhlerindendir. H. 240'da, 95 yaşında vefat etmiştir.