7.Ahiret'teki Faziletin Dünya'daki Marifet'e Üstünlüğü

İdrâk olunanlar, hayal edilen suretler, renkli cisimler, hayvanlar ve bitkilerden müteşekkil istekler gibi hayale dahil olan kısımlarla Allah'ın zatı, ilim, kudret ve irade gibi hayale dahil olmayan kısımlara bölünür.

Kim bir insanı görür. Sonra gözünü kapatırsa onun suretini zihninde sanki ona bakıyormuş gibi görür. Fakat gözünü açıp gördüğünde aralarındaki farkı idrâk eder. Bu ayrılık iki suretin arasında ihtilâfa dönüşmez. Çünkü görülen suret, hayal edilen surete uygundur.

Fakat ancak vuzuh ve keşfin fazlalığıyla meydana gelir; zira görünen suret, görmeden ötürü, daha iyi vuzuha kavuşmuştur. Bu, seher zamanında henüz gün ışığı yeryüzüne yayılmadan önce görünen bir şahıs gibidir. Sonra ışığın huzmeleri iyice yayıldığında aynı şahıs görünür, fakat gören iki durumu birbirinden ayıramaz. Ancak fazla inkişaf hususunda bir ayrılık yapabilir. Durum bu olunca hayal, idrâkin ilk basamağıdır. Görme hayal idrâkinin kemâle ermiş şeklidir. Bu da keşfin son raddesidir. Buna rüyet adı verilir.

Gözde olduğundan dolayı değil, keşfin son raddesi olmasından dolayı bu isim verilir.
Eğer Allah Teâlâ, bu kâmil idrâki mesela alında, göğüste yaratmış olsaydı yine bu kâmil idrâke rüyet adı verilirdi. Hayal edilenler hakkında bunu anladığında bil ki teşekkül etmeyen malumatların marifet ve idrâki için de hayalde iki derece vardır:
Birincisi: İlk derecedir, ikincisi de onu tamamlayandır. İlk derece ile ikinci derece arasında tıpkı görülen ile hayal edilen arasında vuzuhun fazlalığındaki fark kadar farklılık vardır. Bu bakımdan birincisine nazaran ikincisine de müşahede, mülakat ve rüyet adı verilir. Bu adlandırma hakikattir. Çünkü rüyete keşfin en son raddesi olduğundan dolayı rüyet adı verilmiştir.

Nasıl ki Allah Teâlâ'nın sünneti, göz kapaklarını kapatmak, rüyet ile olan keşfin tamamını menetmekle câri olmuşsa ve bu kapatış göz ile görünen arasında bir perde oluyor, görüşün hâsıl olması için o perdenin kalkması gerekiyor ve kalkmadıkça hâsıl olan idrâk mücerred hayalden ibaret oluyorsa, tıpkı onun gibi, Sünnetullah'ın gereğidir ki nefis beden arızalarıyla ve şehvetlerin isteğiyle, kendi-sine galebe çalan beşerî sıfatlarla perdeli kaldıkça, müşahedeye, hayalin haricinde olan malumattaki mülakata varamaz. Bu hayat, göz kapaklarının gözün görmesine perde olması gibi zarurî olarak onların önünde perdedir. Neden perde olduğu hakkındaki söz oldukça uzun sürer. Burada onu deşmek uygun düşmez.
Sen beni göremezsin!(Araf/43)

Gözler onu idrâk edemezler.(En'âm/103)

Doğru olan Hz. Peygamber'in (s.a) mirac gecesinde Allah Teâlâ'yı görmediğidir.19 Bu bakımdan ne zaman ölümle perde kalkarsa, nefis dünyanın bulanıklıklarıyla mülevves olarak kalır, onlardan tamamen sıyrılamaz. Her ne kadar farklı işler de... Nefislerden bazılarında necaset ye pas birikmiştir. Pasın uzun zaman onun üzerinde birikip yerleşmesiyle cevheri bozulmuş ayna gibi olur. Ne ıslahı kabul eder, ne temizlenmeyi... İşte ebediyyen rablerinden mahrum olan nefisler bunlardır. Nefsin bu korkunç durumundan Allah'a sığınırız!

Başka bir kısmı vardır ki dünya bulanıklığı onda, tabii nitelik haline gelmemiştir. Islahı ve düzelmeyi kabul etmekten çıkmamıştır. Pasını giderecek derecede ateşe arzolunur ki müşahedeye elverişli olsun. Bu bakımdan temizleninceye kadar ateşte yakılır. O yakılışın en azı bir lâhzadır. Mü'minlerin en fazla ateşte kalacakları müddet haberlerde vârid olduğu gibi20 yedi bin senedir. Bu âlemden göç eden bir nefise az da olsa muhakkak bir toz ve bulanıklık refakat eder.

İçinizden oraya gitmeyecek hiç kimse yoktur, Bu, rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra Allah'tan korkup
sakınanları kurtarırız ve zâlimleri öyle diz üstü çökmüş olarak bırakırız.(Meryem/71-72)

Bu bakımdan her nefsin ateşe varacağı kesindir. Fakat ateşten çıkacağı kesin değildir. Ne zaman Allah Teâlâ nefsin temizlenmesini kemâle erdirirse, kader de miadını doldurursa, şeriatın va'dettiği hesap ve Allah'ın huzuruna arzolunma ve benzeri yerine getirilirse ve cennete müstehak olmayı hak ederse ki bu da mübhem bir vakittir. Allah'tan başka mahlukâtından hiç kimse buna muttali olamaz, çünkü bu kıyametten sonra vâki olacaktır. Kıyamet'in vakti ise meçhuldür işte o zaman kişi, nefsinin tasfiyesiyle ve bulanıklıklarından temizlemekle meşgul olur. Artık öyle ki onun yüzünde ne bir toz, ne bir duman belirtisi kalır. Çünkü Hak Sübhânehû ve Teâlâ orada tecelli eder. Allah Teâlâ, ona öyle bir şekilde tecelli eder ki o tecelinin inkişafı, bildiğinin inkişafına nisbeti, tıpkı hayal ettiğin aynanın tecellisinin inkişafına nisbeti gibidir. İşte rüyet diye adlandırılan tecelli ve müşahede budur. Durum bu olunca, rüyet haktır. Şu şartla ki rüyetten bir cihet ve mekanda düşünülen ve hayal edilen özel bir varlığın olduğu anlaşılmasın. Çünkü Rabb'ul-erbab bundan yüce ve münezzehdir.

Dünyada O'nu hayal, tasavvur, şekil ve suret takdir etmeksizin tam bir hakîkatla tanıdığın gibi, ahirette de öyle görürsün. Hatta dünyada hâsıl olan marifettir ki ahirette tekamül ede ede keşif ve vuzuhun kemâline erişir. Bu sefer müşahedeye inkılâb eder. Ahiretteki müşahede ile dünyadaki malum arasında ancak keşif ve açıklığın fazlalığı cihetiyle fark vardır. Tıpkı hayalin rüyet ile tekamül etmesi hususunda verdiğimiz misal gibi... Öyleyse Allah'ın marifetinde ne bir suretin isbatı, ne de bir cihetin tâyini vardır. O marifetin aynısını tekamüle erdirmesinde ve keşfin zir-vesine ulaştırmasında da ne cihet vardır, ne suret! Çünkü bu keşif derecesine gelen marifet, öbür marifetin aynısıdır. Aralarındaki fark keşfin ziyadeliğidir. Tıpkı görünen suretin, hayal edilen sure-tin ta kendisi olduğu gibi... Ancak keşfin ziyadesinde aralarında fark vardır.
(O gün) onların nûru, önlerinden ve sağ yanlarından koşar. Derler ki: 'Ey rabbimiz! Nûrumuzu tamamla! Bizi bağışla! Muhakkak ki sen herşeye kâdirsin!'Tahrim/3)

Zirâ nûrun tamamlanması, ancak keşfin artışında tesir eder. Allah'ın cemâline bakmanın derecesi, ancak dünyada ârif olanlar için söz konusudur. Çünkü âhirette müşahedeye inkılâb eden tohum marifettir. Nitekim çekirdeğin ağaca, tohum tanesinin ekine dönüştüğü gibi... Arazisine çekirdek ekilmeyen bir kimsenin hurma ağacının bitmesini beklemesi boştur. Tohum serpmeyen bir kimse nasıl ekin biçer? Bunun gibi Allah'ı dünyada tanımayan bir kimse ahirette cemâlini nasıl görür? Marifet değişik dereceler üzerinde olduğu için tecelli de değişik dereceler üzerindedir. Bu bakımdan marifetlerin ihtilâfına nisbeten tecelinin ihtilâfı, tohumun değişikliğine nisbeten bitkilerin değişmesi gibidir; zira bitkilerin; tohumun çokluğu, azlığı, güzelliği, kuvveti ve zayıflığı nisbetinde değiştiğinde şüphe yoktur.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Allah Teâlâ, umumî olarak bütün insanlara, hususi olarak Hz Ebubekir'e tecelli eder.21
Bu nedenle marifet bakımından Hz Ebubekir'den eksik olanların cemâle bakmaktan Ebubekir'in aldığı lezzeti aldıklarını sanmak uygun değildir. Bu kimse Hz. Ebubekir'in aldığı zevkin binde birini ancak alır. Eğer dünyadaki marifeti Hz. Ebubekir'in marifetinin binde biri ise, Hz. Ebubekir'in (r.a) göğsünde yerleşen bir sırdan ötürü peygamberlerin dışında kalan diğer insanlara üstün kılındığında şüphe yoktur. Bu nedenle de kendisine mahsus bir tecelli ile de onlardan üstün oldu. Tıpkı dünyada riyaset zevkini, yemek ve evlenmek lezzetine, ilim lezzetini göklerin ve yerin müşahedesinin inkişafı lezzetine ve ilâhî işlerden diğerlerinin lezzetini cennet nimetine tercih ettikleri gibi...

Zira cennetin nimetleri de yemek ve nikâha dönüşür. Bunlar o kimselerdir ki dünyada onların halleri, vasıflandırdığımız ilim, marifet, rubûbiyet esrarına muttali olmanın lezzetini evlenmenin, yemenin, içmenin lezetine tercih ederler. Oysa diğer insanlar bu şeylerle meşgul olurlar.

Rabiat'ül-Adeviye'ye 'Cennet hakkında ne dersin?' diye sorulduğunda cevap olarak şöyle demiştir: 'Önce komşu, sonra ev!' Böylece Rabia hatun kalbinde cennete değil, cennetin rabbine iltifat olduğunu belirtmiş oldu. Kim dünyada Allah'ı tanımamış ise, ahirette de (cemâlini) göremez. Kim dünyada marifet lezzetini tatmamışsa ahirette de bakış lezzetini tatmayacaktır; zira ahirette hiç kimse beraberinde getirmediği bir şeye yeniden başlayamaz. Hiç kimse ektiğinden başkasını biçemez.

Kişi ancak neyin üzerinde ölmüş ise, onun üzerinde haşrolunur, neyin üzerinde yaşamış ise, onun üzerinde ölür. Bu bakımdan sadece beraberinde getirdiği marifetten nimetlenir. Ancak o marifet, perdenin kalkmasıyla müşahedeye inkılâb eder, mâşukasının hayali olan sureti, hakîki surete inkılâb ettiğinde aşığın lezzetinin kat kat arttığı gibi, onun da müşahededen ötürü lezzeti kat be kat artar; zira onun lezzetinin en son varacağı nokta odur. Cennetin hoşluğu şudur ki herkes neyi isterse orada o verilir. Bu bakımdan Allah'ın (manevî) mülakatından başka bir şeyi iştahı çekmeyen bir kimse için o mülakatın gayrisinde lezzet yoktur. Hatta bu kimse çoğu kez Allah'ın mülakatından başka şeylerden eziyet görür! Cennetin nimeti, Allah'a olan sevgi nisbetindedir. Allah sevgisi ise, marifeti nisbetindedir. Bu bakımdan saadetlerin aslı. şeriat lisanında iman diye ifade edi-len marifetin ta kendisidir.

İtiraz: Rüya lezzeti, eğer marifet lezzetine nisbeten varsa, bu pek az bir şeydir, marifet lezzetinin birkaç misli olsa dahi... Çünkü marifet lezzeti dünyada zayıftır. Onu artırması, kuvvet bakımından cennetin diğer nimetlerini hakir saydıracak dereceye varamaz.

Cevap: Marifet lezzetini bu şekilde azımsamak, marifetten uzak olmaktan sudur eder. Bu bakımdan marifetten olan bir kimse onun lezzetini nasıl idrâk edebilir? Böyle bir kimsede zayıf bir marifet varsa dahi, kalbi meşgalelerle dolu iken marifetin lezzetini nasıl idrâk edebilir? Bu bakımdan ârifler için marifetlerinde, fikirlerinde, Allah ile olan münâcatlarında birtakım lezzetler vardır ki eğer o âriflere dünyada bu lezzetlerin yerine cennet arzedilse, bunları cennet lezzetiyle değiştirmezler. Sonra bu lezzet, kemâline rağmen asla mülakat ve müşahede lezzetiyle mukayese edilemez. Mâşuku(nun cemâlini) hayal etmenin lezzetinin, görme lezzetine nisbet edilemeyeceği gibi ve nasıl ki iştah çekici yemeklerin koku-larını almanın lezzeti, onları bilfiil tadmasına, ellemenin lezzeti, cinsî münasebetin lezzetine nisbet edilmezse tıpkı onun gibi... Bunların ikisi arasındaki farkın büyüklüğünü belirtmek ancak bir misal vermek suretiyle mümkün olur. Dünyada mâşukun yüzüne bakmanın zevki çeşitli sebeplerden dolayı, değişik manzaralar arzeder.

Birincisi: Mâşukun cemâlinin kemâl veya eksikliğidir; zira en güzele bakmaktaki zevk, şüphesiz ki daha büyük olur.

İkincisi: Sevgi, şehvet ve aşk kuvvetinin kemâlidir. Bu bakımdan aşkı kabaran bir kimsenin zevk alması, şehveti ve zevki cılız olan bir kimsenin zevk alması gibi değildir.

Üçüncüsü: İdrâkin kemâlidir. Bu bakımdan kişinin, mâşukasını karanlıkta veya ince bir perdenin arkasından veya uzakta görmesinin lezzeti, perdesiz, yakından idrâk edip ışığın çok olduğu zaman görmekten aldığı zevke benzemez. Kişinin hanımıyla üzerinde bir elbise olduğu halde yatmaktan duyduğu zevk, elbisesiz olarak yatmaktan aldığı zevk gibi olmaz.

Dördüncüsü: Teşviş edici mâniler ve kalbi meşgul eden elemlerin kemâlidir. Bu bakımdan sıhhatli, meşguliyetsiz ve sadece mâşuka bakmak için hazırlanan bir kimsenin zevk alması; korkan, ürken veya elem duyan hasta veya kalbi herhangi bir şey ile meşgul olan bir kimsenin zevk alması gibi değildir. Bu bakımdan aşkı zayıf olan bir aşığın uzaktan ince bir perdenin arkasından mâşukasının yüzüne baktığını düşün, öyle ki bu perdenin, o suretin hakikatinin inkişafına mâni olduğunu ve bakanın üzerine akreblerin, eşek arılarının toplanıp eziyet verdiklerini, ısırdıklarını ve kalbini meşgul ettiklerini düşün. Aşığın da bu durumda sevgilisine baktığını düşün, kişi bu halde mâşukunu müşahede etmekten ibaret olan az da olsa bir zevkten uzak değildir.

Eğer ani olarak o perdenin yırtılmasına vesile olan bir hal doğar, ışık çoğalır, eziyet veren akreb ve arılar uzaklaşır, kişi sapasağlam, kalbi meşgul olmaksızın kalır, kuvvetli şehvet ve ifrat derecedeki aşk onu derecelerin en yücesine vardıracak şekilde ona hâkim olursa, bu takdirde bu kişinin zevkinin nasıl kat kat artacağını bir düşün! Öyle bir raddeye varır ki birinci zevkin bu zevke nisbeten hiçbir önemi kalmaz, işte bunun gibi, Allah'ın cemâline bakmak zevkinin, marifet lezzetine olan nisbetini anla! İncecik perde beden misali ve bedenle meşgul olmaktır. Akreb ve arılar insanın üzerine musallat olan açlık, susuzluk, öfke, üzüntü, gam, şehvetin zâfiyetinden meydana gelen şehvetlerin misalidir. Sevgi, nefsin dünyadaki kusurunun en yüce cemaate olan şevkten eksik kalmasının ve esfel-i sâfilîn'e iltifat etmesinin misalidir. Bu da çocuğun riyaset zevkini hissetmekten habersiz olup kuş ile oynamaya iltifat etmesinden ibaret olan kusurunun benzeridir. Ârif kişi, her ne kadar dünyadaki marifeti kuvvet bulsa da şaşırtıcı mânilerden kurtulamaz. Hiçbir zaman bunlardan kurtulması da düşünülemez.

Bazen bu mâniler bazı hallerde zayıflar, devam etmezler. Şüphe yoktur ki marifetin cemâlinden aklı şaşkına çeviren birşey görünür. Onun zevki o kadar büyüktür ki neredeyse kalp onun azametinden ötürü paramparça olacak raddeye gelir. Fakat bu durum çakan şimşek gibi gelir-ge-çer. Çok az devam eder. Meşguliyetler, düşünceler ve kalbine gelen şeylerden onu şaşırtan, ilk durumunu bulandıran bir hâl meydana gelir. Bu ise, bu fâni hayatta daimî bir zarurettir. Bu bakımdan bu lezzet, ölüme kadar böyle karışık olur. Hoş hayat ise ancak ölümden sonradır. Hayat ancak ahiret hayatıdır:
Bu dünya hayatı eğlence ve oyundan başka birşey değildir. Ahiret yurdu, işte asıl hayat odur, bilselerdi.(Ankebut/64)

Kim bu mertebeye varmışsa o, Allah ile mülakatı sever. Dolayısıyla ölümü sever. Ölümden tiksinmez. Ancak marifette kemâle ermeyi daha fazla bekleyen bir kimse ölmeyi istemez. Çünkü marifet tohum gibidir, marifet denizinin sahili yoktur. Bu bakımdan Allah'ın celâlinin hakikatini idrak etmek muhaldir. Allah'ın sıfat ve fiillerinin ve memleketinin esrarının hakkındaki marifet artıp kuvvet buldukça ahiretteki nimet çoğalır. Nitekim tohum çoğalıp güzelleştikçe ekinin de çoğalıp güzelleştiği gibi... Bu tohumun tahsil imkânı ancak dünyada vardır. Bu ancak kalp toprağına ekilir. Biçmek de ancak ahirette olur.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Saadetlerin en faziletlisi Allah'a ibadette uzun ömürdür.

Zira marifet ancak uzun ömürde, tefekküre devam etmek, mücahedeye ve dünyanın mânilerinden uzaklaşmaya, ahiret talebine koyulmaya devam etmek suretiyle uzun ömürde kemâle erer, çoğalır ve gelişir. Bu, şüphesiz ki zaman ister. Bu bakımdan kim ölümü severse, onu şu noktadan sevmiş olur: Nefsini, marifette durmuş ve marifette mümkün olan mertebenin zirvesine varmış görür. Ölümü istemeyen bir kimse de şundan dolayı istemez: Uzun ömürle kendisine hâsıl olacak marifet artışını ümit eder. Nefsini eğer yaşarsa yükleneceği vazifede kusurlu görür. İşte bu, marifet ehli nezdinde ölümü istememesinin veya sevmemesinin sebebidir. Diğer halka gelince, onların nazarları sadece dünya şehvetlerine çevrilmiştir.

Eğer dünya şehvetleri geniş ise dünyada kalmayı severler. Eğer daralırsa ölümü temenni ederler. Bütün bunlar mahrumiyet ve zarardır. Kaynağı cehalet ve gaflettir. Bu bakımdan cehalet ve gaflet her şekavetin merkezidir. İlim ve marifet de her saadetin esasıdır. Bizim söylediklerimizle muhabbet ve aşkın mânâsı ortaya çıktı; zira aşk da ifrat derecesine varmış kuvvetli muhabbet demektir. Marifet zevkinin, rüyetin ve rüyet zevkinin mânâsı; akıl sahipleri nezdinde diğer zevklerden daha zevkli olmasıdır. Her ne kadar eksik akıllılar için böyle değilse de...

Nitekim riyasetin çocuklar nezdinde yemeklerden daha lezzetli olmadığı gibi... Eğer 'Bu rüyetin merkezi ahirette kalp midir veya göz müdür?' dersen, bil ki alimler bu hususta ihtilâfa düşmüştür. Basiret sahipleri bu ihtilafa bakmazlar ve bu ihtilâfı düşünmezler. Akıllı bir kimse sebzeyi yer, bostanı sormaz. Kim mâşuku görmek isterse aşkı kendisini 'görmenin göz ile mi yoksa başka bir şeyle mi olacağını' düşünmekten alıkoyar. O, sadece rüyeti ve rüyetin zevkini düşünür. İster o lezzet gözle, ister başka azalarla olsun; zira göz, merkez ve zarftır. Ne ona bakılır, ne de onun hükmü vardır. Bu hususta hakîkat şudur ki ezelî kudret geniştir. Öyle ise bu iki şeyin herhangi bir işine yetmezlikle vasıflandırılması caiz değildir. Bu, hükmün cevazı ve imkânı hususundaki görüştür. Ahirette vâki olan caizlere gelince, bu ancak dinlemekle idrâk olunur. (Zira aklın burada müdahalesi yoktur). Hak, ehl-i sünnet ve'l cemaat'in şer'î delillerden 'gözde yaratılır' diye çıkardıkları hükümdür ki rüyet, nazar ve şeriatta vârid olan diğer lafızlar zahirî mânâları üzerine câri olmuş olsunlar; zira zâhirlerin izalesi, ancak zaruretten dolayı caiz olabilir, Allah daha iyisini bilir.



19)Irâkî müellifin bu hususta Hz. Âişe'ye istinad ettiğini söylemektedir.Çünkü Hz. Aişe Buhârî ve Müslim'in rivayetine göre 'Kim Muhammed (a.s) rabbini gördü derse, o yalan söylemiştir!' demiştir. (Bkz. ithaf us-Saade, IX/580)
20) Hâkim-i Tirmizî, Nevadir'ul-Usul, (Ebu Hüreyre'den) ve ayrıca bkz.İthaf us-Saade, IX/581
21) İbn Adîy