12.Her Durumda Tedaviyi Terketmenin Daha Üstün Olduğunu Söyleyenlere Reddiye

İddia: Hz. Peygamber tedaviyi başkası için meşru kılmak için tedavi olmuştur. Aksi takdirde tedavi olmak zayıfların halidir! Kuvvetlilerin derecesi tedavi olmayı terketmek suretiyle tevekkül etmeyi gerektirir!

Cevap: O zaman kanın pıhtılaştığı zaman kan aldırmayı ter ketmenin de tevekkülün şartından olması gerekirdi.

İtiraz: Kan aldırmayı terketmek de tevekkülün şartıdır!

Cevap: Bu takdirde akrebin ve yılanın sokması da tevekkülün gereği olmalıdır. Bunları kendinden uzaklaştırmaması gerekir. Zira akreb bedenin dışını, pıhtılaşan kan bedenin içini tahrip eder. O halde aralarında fark yoktur. Eğer 'Bu da tevekkülün gereğidir' denirse, o zaman şöyle cevap verilir: Su ile susuzluğun, ekmek ile açlığın, elbise ile soğuğun giderilmemesi gerekir. Oysa hiç kimse bu görüşü müdafaa etmiş değildir ve bu dereceler arasında hiçbir fark da yoktur. Çünkü bütün bunlar, sebeplerdir. Sebeplerin müsebbibi olan Allah Teâlâ bunları bu şekilde tertib ve sünnetini de bu şekilde icra etmiştir.

Tedaviyi terketmenirı tevekkülün gereği olmadığına Hz. Ömer ve ashab-ı kirâmdan tâun meselesinde nakledilen durum delâlet eder; zira ashab-ı kirâm Şam'a girmek istedikleri zaman Cabiye'ye vardılar. Şam'da korkunç bir ölüm ve yaygın bir veba hastalığının olduğu kendilerine haber verildi. Burada iki fikri savunan iki gruba ayrıldılar. Bazıları da 'Biz kaçmayacağız ve Allah Teâlâ'nın, haklarında şu hükmü verdiği kimseler gibi olmayacağız'.
Şu binlerce kişi iken ölüm korkusu ile yurtlarından çıkanları görmedin mi?(Bakara/243)

Bunun üzerine Hz. Ömer'e dönüp onun görüşünü sordular. Hz. Ömer 'Biz geri gideceğiz, vebanın bulunduğu yere girmeyeceğiz!' dedi. Hz. Ömer'e muhalefet edenler dediler ki 'Biz Allah'ın kaderinden mi kaçacağız?' Hz. Ömer 'Evet! Allah'ın kaderinden kaçıp onun kaderine sığınacağız' diyerek onlara şöyle bir misal verdi: 'Bana söyler misiniz, eğer birinizin bir sürü koyunu olsa bir vâdiye gitse, o vâdinin bir tarafı otlu, diğer tarafı ise kupkuru olsa, bu koyun sahibi koyunlarını otlu yerde otlatsa Allah'ın kaderiyle otlatmış olmaz mı? Eğer kuru yerde otlatsa yine Allah'ın kaderiyle otlatmış olmaz mı?' Dediler ki 'Evet! Allah kaderiyledir!' Sonra Hz. Ömer, görüşünü sormak için mecliste bulunmayan Abdurrahman b. Avf'ı aradı, Abdurrahman ertesi gün geldiğinde Hz. Ömer, bu durumu ona sordu. O 'Ey mü'minlerin emiri! Bu hususta yanımda Hz. Peygamber'den dinlemiş olduğum birşey vardır' dedi. Bunu duyan Hz. Ömer sevincinden Allahu Ekber diyerek tekbir getirdi. Bunun üzerine Abdurrahman Hz. Peygamber' den şu hadîsi nakletti:

Bir memlekette veba çıktığını işittiğinizde oraya girmeyin. Bulunduğunuz memlekette veba başgösterirse, vebadan kaçarak o memleketten çıkmayın!
Bu hadîsi dinleyen Hz. Ömer sevindi. Görüşüne uygun olan hadîsten dolayı Allah'a hamdetti ve Cabiye'den halkla beraber geri dönüp gitti.

Madem ki durum budur, öyleyse ashab-ı kirâm tevekkülün terkinde nasıl ittifak ederler? Oysa tevekkül, makamların en yücesindendir. Eğer tedaviyi terketmek ve korunmak tevekkülün şartından kabul edilirse...

Soru: Neden Hz. Peygamber içinde veba bulunan memleketten çıkmayı yasak etmiştir? Oysa vebanın sebebi, tip ilminde havadır. Tedavinin de en açık yolu; zarar verenden kaçmaktır. Hava ise zarar vericidir. Neden Hz. Peygamber havadan kaçmaya ruhsat vermemiştir?

Cevap: Zarar verenden kaçmanın yasak olmadığında ihtilâf yoktur; zira kan aldırmak zarar verenden kaçmaktır. Oysa bu gibi yerlerde tevekkülü terketmek mübahtır. Fakat bu maksuda delâlet etmez. Ancak ilim Allah'ın katındadır-burada zarar veren şudur: Hava bedenin zahirine çarpması hasebiyle zarar vermez, aksine teneffüs edilmek suretiyle zarar verir; zira havada bir ufunet bulunursa ve hava, teneffüs borusu ile kalbe varırsa, uzun zaman teneffüs edilince orada tesir eder. Bu bakımdan veba, içe uzun zaman tesir ettikten sonra dışta belirtileri görülen bir hastalıktır. Öyleyse veba hastalığı görülen memleketten çıkmak, yüzde altmış oranında daha önce yerleşen ve kökleşen mikroptan kurtarmaz. Fakat kurtuluş vehmedilir. Bu bakımdan çıkıp kaçmak, efsun yapmak, fala bakmak ve benzeri gibi mevhum olan şeylerin cinsinden olur. Eğer bu mânâ tecerrüd ederse, o zaman tevekküle zıt düşer. Fakat yasak olmaz. (Çünkü kesin değildir). Fakat bu mânâya başka birşey eklendiğinden dolayı veba olan yerden çıkmak ya-saklanmıştır. O eklenen ikinci durum şudur: Eğer sıhhatli kimselere vebalı memleketten çıkıp kaçmak ruhsatı verilirse, o memlekette vebadan dolayı yatağa düşen hastalardan başka kimse kalmaz, Böylece hastaların kalbi kırılır. Bakıcılar yok olur. Hastalara su verecek, yemek yedirecek kimse kalmaz.

Hastalar da bunları bizzat yapamazlar. Böylece hastalar ölüme terkedilmiş olur. Oysa kaçıp memleketi terkedenlerin vebadan kurtulmalarının beklenildiği gibi hastaların da kurtulmaları ümit edilir. Bu bakımdan eğer sıhhatliler memlekette durup kaçmasalar, yüzde yüz ölecekleri kesin değildir. Çıkıp gitmekle de yüzde yüz ölümden kurtulmuş sayılmazlar.

Fakat çıkıp gitmeleri, geri kalan hastaların kesinlikle ölümüne sebep olur. Müslümanlar binalar gibidir. Bazısı diğerini kenetler. Müslümanlar bir tek beden gibidir. O bedenin bir azası acıdı mı diğer azalar da acıyı paylaşırlar. İşte yasağın illetinde zarar verici durum bizce budur. Memlekette bulunmayan bir kimse hakkında bu, tam tersine işler; zira memleke-tin hastalıklı havası daha onların içlerine tesir etmemiştir ve memleketteki hastaların da bakıcıları olduğu için onlara ihtiyacı yoktur. Eğer memlekette hastalığa tutulmuş kimselerden başkası kalmamışsa ve bakıcılara ihtiyaçları varsa, bir grup da karantinaya rağmen onlara bakmak için oraya varmışsa, bu takdirde yardım için oraya girmek müstehab olur veya diğer müslümanlardan (kesin) bir zararı defetmek ümidiyle bu mevhum olan bir zarara maruz kalmak olduğu için oraya girmeleri yasaklanamaz. İşte bu münasebetle tâundan (vebadan) kaçmak, bazı haberlerde düşmanla çarpışan saftan kaçmaya benzetilmiştir. Çünkü bakıcı bulunmadığı takdirde tâundan kaçılırsa, hasta olan diğer müslümanların kalbi kırılmış ve onların yok olmalarına sebep olunmuş olur! İşte bunlar ince işlerdir. Bunları mülahaza etmeyen, sadece haber ve eserlerin zâhirine bakan bir kimse nezdinde, duyduk-larının çoğu birbirine çelişkili görünür. Bu hususta âbid ve zâhid-lerin yanılmaları pek çoktur. İlmin şeref ve fazileti işte bu noktadan ötürüdür.

İtiraz: Tedaviyi terketmekte söylediğin gibi bir fazilet varsa, Hz. Peygamber bu fazileti elde etmek için neden tedaviyi terketmedi?

Cevap: Tedaviyi terketmek, günahları çok olup da onları kefaretlendirmek veya nefsinin sıhhatten gelen saldırganlığından ve şehvetlerin galebesinden korkan bir kimseye nisbetendir veya gafletin galebe etmesinden dolayı ölümü hatırlatan bir şeye muhtaç olur veya tevekkül sahipleriyle, razı olanların makamlarına varamadığından dolayı bari sabredenlerin sevabına nail olmaya muhtaç olan veya Allah Teâlâ'nın devalar içerisinde koyduğu faydaların inceliklerini kavrayamadığından dolayı, bu devaların onun hakkında efsun gibi mevhum olduğundan veyahut da hali kendisini tedaviden meşgul ettiğinden veya (iki meşguliyeti) cem'etmekle zayıf olduğundan dolayı tedavinin kendisini halinden uzaklaştırmasından korkan kimseye nisbeten tedaviyi terketmekte fazilet vardır.

Çünkü bu mânâlar tedaviyi terketmek hususundaki engelleri geri getirmişlerdir. Bunlar bazı mahlukata nisbeten kemâl dereceleridir. Fakat Hz. Peygamber'in derecesine nisbeten eksikliktir. Hz. Peygamber'in makamı bunların hepsinden daha yücedir; zira Hz. Peygamber'in hali sebeplerin var veya yok oluşu anlarındaki müşahedesinin aynı olmasını gerektirir; zira onun bütün hallerde sebeplerin müsebbibine yönelen nazarından başka bir nazarı yoktur. Makamı bu olan bir zata elbette sebepler zarar vermez. Nitekim mal hakkındaki rağbet eksikliktir. Eksiklik ve maldan uzaklaşma rağbeti de onun için kerahiyettir.

Her ne kadar bu kemâl ise de, bu da nezdinde malın varlığı ile yokluğu eşit olan bir kimseye nisbeten eksikliktir. Bu bakımdan taş ile altın eşit olsa bile taştan değil de altından kaçmak daha önemlidir. Hz. Peygamber'in hali toprak ile altının onun nezdinde eşit olmasıdır. Halka zühd makamını öğretmek için altın edinmezdi. Yoksa altına sahip olursa nefsinin azacağından korktuğu için altın edinmiyor değildi. Çünkü onun makamı, dünyanın kendisini aldatmasından müstağni idi. Çünkü yeryüzünün hazineleri kendilerine arzolunduğunda onları kabul etmekten imtina etti.

İşte böylece onun yanında sebepleri yerine getirmek veya terketmek, bu görüşten dolayı eşitti. O, tedavi olmayı şu sebepten dolayı terketmemiştir: Allah'ın âdet ve sünnetinin üzerinde yürümek ve ümmeti için muhtaç oldukları bir şeye ruhsat vermek... Zaten tedavi olmakta bir zarar da yoktur. Fakat malı zahîre edinmek bunun tam hilâfınadır. Çünkü onun zararı pek büyük olur! Evet! Tedavi zarar vermez. Ancak ilâcın yaratanını değil de ilacın fayda verdiğini düşünmek zararlıdır ve yasaklanmıştır. Bir de günahlarda yardımcı olması için tedavi olmak da yasaklanmıştır. Mü'minlerin hiçbiri ilâcın bizzat fayda verici olduğunu düşünmez. Sadece 'Allah Teâlâ onu fayda vermeye sebep kılmıştır' diyebilir.

Nitekim suyu susuzluğu giderici, ekmeği doyurucu görmediği gibi... Bu bakımdan mü'minin maksudundaki tedavinin hükmü, çalışmanın hükmü gibidir. Mü'min ibadet veya günah hususunda sarfetmek için çalışıp kazanırsa bunun hükmü niyetine göredir. Eğer mübah niyetlerle çalışırsa mübahtır. Bu bakımdan zikrettiğimiz mânâlarla anlaşıldı ki tedaviyi terketmek bazı hallerde, tedavi olmak da bazı hallerde daha üstündür. Bu da haller, şahıslar ve niyetlere göre değişir. Yine anlaşıldı ki yapmak ve terketmekten herhangi biri tevekkülde şart değildir. Ancak mevhum olan dağlamak ve efsunlamak gibi durumların terki şarttır; zira bunlara başvurmak tevekkül sahiplerine lâyık olmayan şekilde tedbirlere dalmak demektir.



58) Ebu Dâvud
59) İmam Ahmed, Bezzar