ŞİMDİ VE BURADAYI YAŞAMAKLA İLGİLİ GÜZEL YAZILAR

NOT:Aşağıdaki yazıların hepsi, birer iktibastır.Muhtelif sitelerden alınmıştır.


Bir GÜN

"Hadi oğlum, dersine çalışsana!" dedi, yalvaran gözlerle annesi... "Bir gün" dedi ve uyumasına devam etti çocuk.
Zaman su gibi akıp geçti. Bir-iki yıl hazırlık kursu aldıktan sonra üniversiteye girebildi. Bir gün fakülte arkadaşlarının; "Bizimle cumaya gelmeye ne dersin?" teklifine, "Siz gidin bir gün olur ben de giderim." diye kaçamak bir cevap verdi.
İkinci sınıfa geçemeden fakülteden atıldı, "Bir gün" olup da çalışmak nasip olmadığından... İşsiz güçsüz dolaşırken, bir arkadaşı elinden tutup onu bir işe yerleştirdi.
Gün geldi, evlendi, çocukları oldu. Arkadaşı; "Çocuklarına imandan, ahlâktan, kültürden bahsetsen, çok boş yetişiyorlar." dediğinde,"Daha küçükler, hele büyüsünler." dedi.
Çocuklar büyüyüp, sorular sormaya başlayınca, onlara geçiştirici cevaplar vermeye çalıştı, ama bilgisizliğini bir türlü gizleyemedi, içinde bir eziklik hissetti. Bildiği bir şey vardı, bilgisizliğini yenebilmesi için, kitap okumalıydı.
"İnsan neydi, niçin vardı?" Evvelâ bu mevzu ile alâkalı kitapları taradı. Bulduğu kitap sayısı bir düzineyi geçmişti. Kasaya doğru ilerlerken, kitapların fiyatlarını şöyle bir hesapladı, olduğu yerde kaldı: "Şimdi param az, elime toplu para geçecek nasıl olsa, o zaman gelir alırım." diye tasarladı ve dönüp kitapları yerine bıraktı. Eline para geçti, ama kitapçıya uğramak aklına gelmedi...
Uzun bir aradan sonra işe giderken yolda sakat bir dilenci gördü, para vermek geldi içinden; "Neyse?", dedi, "Dönüşte de verebilirim."
İşine yaklaşırken bir salâ sesi duydu, dikkat kesildi; meğer bir yakını vefat etmiş! İçine bir huzursuzluk çöktü, "Ya ölüm bir gün yakama yapışıverirse, zaten yaş da ilerlemekte..." diye düşündü. Kendi kendine, "Artık iç dünyama çeki düzen verme vakti gelmedi mi?" diye sordu. Cevabı, tereddütsüz "evet"ti ama işler de bu aralar hayli yoğundu, "Hele bir yaza varalım, tesislerin açılışını yapalım, düşünürüz." dedi yine, Allah'ın günleri bitmezdi ya!..
Bir iş dönüşü gecekonduların arasından geçerken, çileli yılları geldi aklına bir burukluk hissetti.
Hay Allah! Bu göz yaşları da neyin nesi? Duygu selinin tazyikine daha fazla dayanamayıp, gözlerden sızan yaşlar, çağlayan oluverdi. Dermanı kalmayınca, çömelerek ağlamasını sürdürdü.
Tarifsiz hislerle çatladı ruhu, gözlerini silerek; "Bunları kaleme al-malıyım!" diye mırıldandı. Yine "bir gün" dedi; "Gün gelir yazarım duygularımı..."
"Gün Olur Bin Aya Değer"di ama, bilmeliydi ki, o güne ulaşabilmek için, her günün kadrini bilip çabaları kilometre taşı yapmalıydı.
"Bir gün" salâ sesiyle mahalle, sessizliğe büründü. Eş-dost, cenaze namazı için cami avlusunu doldurdu. İşe giderken, dikkatsiz bir şoförün kullandığı arabanın çarpmasıyla hayatını kaybeden "o adam"ın vefalı bir arkadaşı da, "er kişi"nin naşı önünde saf bağladı. Namaz boyunca, hep "bir gün" ile geçiştirilen günleri acı acı düşündü.
Cemaat dağılmaya başlayınca, tabutun başına geldi, imamın süzen bakışlarına rağmen elini tabutun üzerine koyarak şöyle fısıldadı: "Ah dostum! Bilmez miydin ki, bir gün olup da böyle bir güne varacağını?"


Kabus

GiDEN FIRSATLAR BiR DAHA GELMEZ...

Çocukluğumdan beri dar mekanlardan sıkılır ve bu tür yerlerden feryat edercesine uzaklaşırdım. İleri yaşlarda bunun bir hastalık olduğunu anlamış, fakat bu illetten bir türlü kurtulamamıştım...

Oysa ki dar mekanlara, şimdi ister istemez girecektim...

Beni sarıp sarmalamışlar ve uzunca bir tabuta yerleştirmişlerdi. Çevremde dolaşanların sesini gayet iyi duyuyor ve gözlerim kapalı olmasına rağmen, her nasılsa onları görebiliyordum...

- Genç yaşta öldü zavallı, diyorlardı. Halbuki yapacak ne kadar çok iş vardı...

Gerçekten de bir çok işim yarım kalmıştı. Mesela oğluma iyi bir işyeri açamamış, araba ile renkli televizyonun taksitlerini henüz bitirememiştim. Büyük bir firma kurup dostlarımı orada toplamak da artık hayal olmuştu.Üstelik kış çok yaklaştığı halde odun- kömür işini halledememiş ve çatının akan yerlerini aktaramamıştım...

Yarıda kalan işlerimi arka arkaya sıralarken, kulaklarımı çınlatan bir sesle irkildim Sanki mikrofonla söylenen bu ses, beynimin en ücra köşelerinde yankılanıyor ve : "Geçti artık, geçti.."diyordu...

Içimden "Keşke geçmemiş olsaydı." diyordum. Nereden başıma gelmişti o kaza bilmem ki..? Halbuki ne kadar da iyi araba kullanırdım.

Olup bitenleri hatırlamaya çalışırken, dostlarımın çevremi sardığını ve içinde bulunduğum tabutun kapağını örtmeye çalıştıklarını farkettim. Onları engellemek için avazım çıktığı kadar bağırmak ve çırpınmak istediğim halde ne kımıldayabiliyor, ne de bir ses çıkartabiliyordum. Biraz sonra koyu bir karanlıkta kalmış ve gözlerimi tabutun tahtaları arasından sızan ışığa çevirmiştim. Dehşet içinde :
- Aman Allah'ım,dedim. Ne olacak şimdi halim..?

Korkudan hiçbir şey düşünemiyordum. Bu arada omuzlara kaldırılmış ve sallana sallana götürülmeye başlanmıştım. Dışarıdaki seslerden yağmur yağdığı belli oluyor ve su damlacıklarının sesi, tabutumun gıcırtısına karışıyordu.

Cenaze namazı için camiye gidiyor olmalıydık.

Cami deyince aklıma gelmişti. Çok yakınımızda olmasına ve hergün 5 defa davet edilmeme rağmen bir türlü vakit bulup gidememiştim. Ama her zaman söylediğim gibi 50 yaşına gelince namaza başlayacak ve herkesin şikayet ettiği kötü alışkanlıklarımı terk edecektim. Evet evet, şu kaza olmasaydı, ileride ne iyi bir insan olacaktım...

Daha önceden duyduğum ve nereden geldiğini kestiremediğim ses :
- "Geçti artık, geçti."diye tekrarladı.. "Bitti artık."

Biraz sonra namazım kılınmış ve tekrar omuzlara kaldırılmıştım. Mahallemizdeki kahvehanenin önünden geçerken, hergün iskambil oynadığımız arkadaşların neşeli kahkahalarını işitiyor ve "herhalde ölüm haberimi duymamış olacaklar"diye düşünüyordum.Sesler iyice uzaklaştığında eğik bir şekilde taşındığımı hissederek, mezarlığa çıkan yokuşu tırmandığımızı anladım. Şiddetle yağan yağmurun tabuttaki çatlaklardan sızarak kefenimi yer yer ıslattığının da farkındaydım. Buna rağmen dışarıda konuşulanlara kulak verdim. Dostlarımın bir kısmı piyasadaki durgunluktan bahsediyor, bir kısmı da milli takımın son oyununu methediyordu. Tabutumu taşıyan diğer biri ise yanındakinin kulağına fısıldayarak :
Rahmetlinin tersliği, öldüğü günden belli, diyordu. Sırılsıklam olduk birader..!

Duyduklarım herhalde yanlış olmalıydı. Yoksa bunlar, uykularımı onlar için feda ettiğim dostlarım değil miydi?

Yolculuğum bir müddet sonra bitmiş ve tabutum yere indirilmişti. Kapak tekrar açıldı ve cansız vücudumu yakalayan kollar, beni dibinde su toplanmış olan çukura doğru indirdi...

Boylu boyunca yattığım yerden etrafıma baktım...
Aman Allah'ım, bu kabir değil miydi?
O ana kadar buraya gireceğimi neden düşünmemiştim...

Sessiz feryatlarımı kimseye duyuramıyor ve dostlarımın üzerimi örtmek için yarıştığını hissediyordum.
Tekrar zifiri karanlıkta kalmış ve bütün acizliğimle dua etmeye başlamıştım...

Ya Rabbi, diyordum. Bir fırsat daha yok mu, senin istediğin gibi bir kul olayım. Ve kabrimi, Cennet bahçelerinden bir bahçeye çevireyim?
Aynı ses, her zamankinden daha şiddetli olarak : "Geçti artık, geçti." diye tekrarladı. "Her şey bitti artık."

Mezarımı örten tahtaların üzerine atılan toprakların çıkardığı ses gökgürültüsünü andırıyor ve bütün benliğimi sarsıyordu...

Son bir gayretle yerimden fırlayarak gözlerimi açtım. Odamdaki rahat yatağımda yatıyor, fakat korkunç bir kabus görüyordum. Bitişik dairede oturan doktor arkadaşım beni ayıltmaya çalışarak : "Geçti artık, geçti." diye bağırıp duruyordu. "Geçti, bak hiç bir şey kalmadı."

Yattığım yerden yavaşça doğruldum. Terden sırılsıklam olmuş ve sanki 20 kilo birden vermiştim. Dışarıda sağanak halinde yağmur yağıyor, şimşek ve gökgürültüsünden bütün ev sarsılıyordu.

Etrafımdakilerin şaşkın bakışlari arasında kendimi toparlamaya çalışırken :

- Ya Rabbi sana zerrelerim adedince şükürler olsun, diyordum. İyi bir kul olmak için ya bir fırsat daha vermeseydin!..


GÜNÜNÜZ AYDIN OLSUN

Güneşin o ilk doğuş anına en son ne zaman tanık oldun insanoğlu? Taptaze ışıklarının tüm vücuduna yayılmasını ne zaman izledin kendinde? Bir ilkbahar sabahı o ılıklığı ne zaman hissettin yüreğinde?
Bizler aslında bize her günün bir lütuf olduğunu anlamayacak kadar duyarsız bir şekilde geçip gidiyoruz bu hayattan. Hanginiz sabah gözünü açtığında şunu dünyaya tekrarlıyor: "Bugün özel bir gün çünkü ben bugün de yaşıyorum. Gözlerim açık, ilk nefesimi bilinçli bir şekilde çektim içime. Bu bir ayrıcalık! Bugün özel bir gün, evet, bugün bana bir gün daha yaşama şansı verildi..."
İnsan yaşamında ne sorunlar var ama biz o kazağı alamadık diye bütün günü, o güzelim ruhumuza ve bedenimize azap çektirmekle geçiriyoruz veya sevgilimiz sevgimizin yüceliğini anlamadı diye kahroluyoruz veya sular kesildi diye, hava soğudu diye bütün gün kendimize ve sevdiklerimize surat asıyoruz.
Bir de şöyle düşünelim : Siz başlı başına bir yaşamsınız ve hayatta telâfi edilemeyecek tek şey ölümdür. Sular elbette gelecektir. Soğuk hava için biraz daha sıkı giyinebiliriz. Sevgiliniz sizi anlamıyorsa aslında sevdanıza layık olmadığını pekalâ algılayabilirsin...
Peki, bu hayata ne zaman gülümseyeceksin? Ne zaman kendin için bir şeyler yapacaksın? En sevdiğin çiçeği neden hâlâ başkalarından bekliyorsun? Bugün kendine niye o çiçeği almıyorsun? Neden miskinliğinden bir sabah ödün verip de doğanın uyanışına kendini şahit etmiyorsun? Unutma ki bu hayatı güzelleştirecek olan da, çekilmez hale getirecek olan da sensin. Sakın başkalarını suçlama...
Haydi artık her sabah yüreğine kocaman gülümsemelerle dolu bir nefes çek ve bütün gün verdiğin her nefesin içine bu gülümsemelerden katarak etrafındaki tüm canlı varlıkları varlığından haberdar et.
Hayata öylesine gelme ve de öylesine gitme. Unutma ki bir ağacın gövdesine sarıldığında onun kalp atışlarını duyabilecek kadar duyarlı yaşamak senin elinde.
Her ne olursa olsun, tanı veya tanıma ama günaydınını ve gülümsemeni hiçbir canlıdan eksik etme. Unutma sen bu dünyada başlı başına bir yaşamsın ve bu yüzden bile varlığın çok özel.
Evet insanoğlu, bugün YAŞAMAYA VAR MISIN?

Yoldan Güzel Geçmek


Bir kral halkı için geniş bir yol yaptırmaya karar verdi. Yapımı tamamlanan yolu halka açmadan önce, bir yarışma düzenlemeye karar verdi. İsteyen bu yarışmaya katılabilecekti. Kral, 'yoldan en güzel geçecek kişi'yi belirleyeceğini de ilan etti.

Yarışma günü, insanlar akın ettiler. Bazıları en güzel arabalarını, bazıları en güzel elbiselerini getirmişti: Kadınlardan kimileri saçlarını en güzel biçimde yaptırmıştı, kimi de yanlarında en güzel yiyecekleri getirmişti. Gençlerden bazıları spor kıyafetler içinde yol boyunca koşmaya hazırlanıyordu.

Nihayet, tüm gün insanlar yoldan geçtiler, fakat yolu kat edip tekrar Kral'ın yanına döndüklerine hepsi aynı şikayette bulundu: Yolun bir yerinde büyükçe bir taş ve moloz yığını vardı ve bu moloz yığını yolculuğu zorlaştırıyordu.

Günün sonunda yalnız bir yolcu da bitiş çizgisine yorgun argın ulaştı. Üstü başı toz toprak içindeydi, ama krala büyük bir saygıyla yönelerek elindeki altın kesesini uzattı:

"Yolculuğum sırasında, yolu tıkayan taş ve moloz yığınını kaldırmak için durmuştum. Bu altın kesesini onun altında buldum. Bu altınlar size ait olmalı..."

Kral gülümseyerek cevap verdi:

"O altınlar sana ait delikanlı."

"Hayır, benim değil. Benim hiçbir zaman o kadar çok param olmadı."

"Evet" dedi kral. "Sen bu altınları kazandın, zira yarışmanın galibi sensin. Yoldan en güzel geçen kişi sensin. Çünkü, yoldan en güzel geçen kişi, ardından gelenler için yoldaki engelleri kaldıran kişidir!"


***
Yolda, yolunuzda ilerlerken acaba engelleri çoğaltıyor muyuz geridekilere, arkadan gelen kardeşlere, yoksa bizler mi açıyoruz yolu onlara? Kurtarıyor muyuz onları engellerden?
Ne dersiniz, hâlâ yoldayken yapabileceklerimiz var mı, düzeltip kenara iteceklerimiz ve bunun için sesimizi çıkarmayacağımız, gücenmeyeceğimiz taşlar, molozlar, angarya gibi duran işler var mı bir yerlerde, hep beraber bakalım mı?

"YARIN SABAH SAAT YEDİ BUÇUKTA KALKACAĞIM"

"Yarın sabah saat yedi buçukta kalkacağım" dedi genç kız.. Sonra ertesi günün programını yaptı.. "Duş.. Kahvaltı.. Evden çıkış.." diye başlayarak.. Önemli bazı ihtiyaçlarını karşılamak üzere alışveriş merkezine gidecekti. Sonra öğle yemeğinde uzun zamandır görmediği bir arkadaşı ile buluşacaktı. Öğleden sonra bir iş randevusu vardı..

Saat sabah 7.30'da çalarken "Duş yapmasam da olur" diye düşündü... "Yarım saat daha kestireyim.."

Bir yarım saat daha için kahvaltıdan da vazgeçti..

Alışveriş mi?.. O kadar da önemli değildi canım.. Ertesi güne kalabilirdi. Öğleye kadar uyusa ne kadar iyi olacaktı. O kadar sıcak ve çekici idi ki, yatak..

Öğle yemeğinde arkadaşı ile buluşmamış.. Bunca zamandır görüşmemişler de ne olmuştu yani.. Birkaç gün sonra yeseler yemeği ne olurdu ki?.. Bir telefon eder, yok canım, yüz yüze konuşmak zor, bir mesaj çeker ertelerdi yemeği.. Oh be.. Artık canının çektiği kadar uyuyabilirdi..

Uyudu.. İş randevusuna, aç bi ilaç, alelacele yapılmış bir makyaj, iki fırça ile düzeltilmiş saçlar ve uykudan şişmiş gözlerle girerken, aynaya bakmadığı için, neden başarılı olamadığını da anlayamadı..

O gece yatarken gene plan yaptı.. 7.30 kalkış.. Duş.. Kahvaltı.. Gazetelere bakma.. 9.00: Alışveriş merkezine gidiş. 11.30: Arkadaşla buluşma.. 14.00: İş randevusu..

..Ve sabah 7.30 da saati çaldığında "Canım kahvaltı çekmiyor, duşu da daha dün gece aldım.." diye mırıldandı, yastığı kafasının üstüne koyup öbür tarafa döndü.

***
Kim mi anlattığım.. Siz.. içinizden biri.. Kim bilir kaç kişisiniz orda.. Kaç yüz.. Bin.. Başarı, yataktan kalkma ile başlar.. Bu kadar basit.. Ama o kadar da zor..

Bir araştırma yapın yakın çevrenizde.. Başarılı olanlar, yataktan kalkmayı bilenlerdir.

Nedir yataktan kalkmayı bilmek.. Karar verdiğin saatte gözünü açtığın anda, fırlayıp yataktan çıkmak.. Bir dakika bile gecikmeden.. Bir dakika bile yatak miskinliği yapmadan..

Uçak kaçacaksa, yaparız bunu.. Ama hayat kaçarken yapmayız.. Kaçan uçağın yenisi vardır oysa.. Ama kaçan hayatın saniyesi geri gelmez..

Yataktan kalkmayı öğrenmek, kendini tanımakla başlar..

Kendinizi iyi tanırsanız, kalkacağınız saati doğru belirler, güne doğru, yapabileceğiniz, başarabileceğiniz planla başlarsınız..

Saat 7.30'da yataktan çıkamadığınızı bile bile her gece "7.30 kalkış" diye yattınız mı, kendi kendinizi aldatır, daha kötüsü giderek aşağılık kompleksine düşersiniz.. "Ben ne berbat bir insanım. Verdiğim en basit kararları bile uygulayamıyorum" diye..

Bakın.. Hayali değil, gerçekçi planlar yapın..

"10.00'da kalkacağım" deyin.. Ama kalkın.. Geceden verdiğiniz kararları, ertesi gün uyguladığınız ölçüde kendinize güveniniz artmaya, kişiliğiniz oturmaya başlar.

O zaman 7.30'da da rahatça kalkabilecek güce ulaşırsınız..

Yapamayacağınızı ezbere bildiğiniz planları her gece yatarken yapmak, sizi yaşarken öldürür.

Durmadan plan yapıp ertelemek, hiç plan yapmamaktan çok daha hızla çürütür insanı..

Yataktan kalkacağınız zamana doğru karar verin ve kalkın.. Hayatınızın nasıl hızla olumlu gelişmeye başladığını göreceksin


ERTELENMEYEN HAYATI YAŞAMAK

"Arkadaşım, karısının komodininin çekmecesini açtı ve pelur
kağıda sarılı bir paketi aldı: "Bu- dedi- sıradan bir paket değil, bu bir
gecelik." Paketi açtı ve yumuşacık ipekle dantele baktı. "New
York'a ilk gittiğimizde almıştı, 8-9 yıl önce. Hiç giymedi. Onu özel bir
güne saklıyordu". "Sanırım bu en uygun zaman. "Yatağa yaklaştı ve
geceliği cenaze levazımatçısına götüreceği diğer eşyaların yanına
koydu. Karısı ölmüştü. Bana dönüp dedi ki: "Hiç birşeyi özel bir gün
için saklama. Yaşadığın hergün özel bir gündür."
Hala o sözleri hatırlarım: Hayatımı değiştirdi bu sözler. Artık
daha çok okuyor ve daha az temizlik yapıyorum. Terasıma
çıkıp, bahçedeki otlara aldırmadan, manzarayı seyrediyorum.
Ailemle ve arkadaşlarımla daha çok vakit geçiriyorum ve daha az
çalışıyorum. Hayatın, zevk alınması gereken deneyimler bütünü
olması gerektiğini anladım. Artık hiçbirşeyi saklamıyorum. Kristal
bardaklarımı hergün kullanıyorum. Markete alışverişe giderken,
canım istiyorsa ve eğer öyle karar verdiysem, en yeni ceketimi
giyiyorum. Artık en iyi kokumu özel davetler için saklamıyorum,
istediğim an sürüyorum. "Bir gün..." ve "İlerde birgün.." cümleleri
sözlüğümden yavaş yavaş yok oluyor. Eğer görmeye, dinlemeye
veya yapmaya değiyorsa, onu hemen şimdi görmek, dinlemek veya
yapmak istiyorum.

Arkadaşımın karısı, hepimizin hafife aldığı 'yarın' burada olamayacağını bilseydi ne yapardı bilmiyorum. Ailesini ve en yakın
dostlarını çağırırdı sanırım. Belki de, geçmişteki olası bir kavga için
özür dilemek ve barışmak için bazı eski dostlarını arardı.
Saatlerimin sayılı olduğunu bilseydim, yapmadığım bu küçük şeyler
beni rahatsız ederdi. "Birgün" nasılsa görürüm dediğim can
dostlarımı göremediğim için rahatsız olurdum. "İlerde bir gün"
yazmayı düşündüğüm bir mektubu yazmadığım için sıkılırdım.
Kardeşlerime ve çocuklarıma, onları ne kadar çok sevdiğimi
yeterince sık söyleyemediğim için üzülürdüm. Şimdi geç
kalmamaya, yaşamımıza neşe ve kahkaha katacak birşeyi tehir
etmemeye ya da saklamamaya çalışıyorum. Ve her gün kendime
bunun özel bir gün olduğunu söylüyorum. Her gün, her saat, her
dakika özel.
Alın terim bir başkasının lüksü olacaksa
İlginç tevafuklar son zamanlarda bu yazının
düşündürdüklerinin benzerlerine ulaştıran yazı, şiir ya da olaylarla
karşılaştırdı beni. Geçenlerde bir hanım arkadaşım, yıllarca
kullanmaya kıyamadığı, ta babaannesinden kalan çeyizlerini,
annesinin göznuru ve emeklerinin ürünü dantellerini -kim aklına
getirdiyse- birdenbire kullanmaya karar verdi. Gerekçesiyse
şöyleydi: "Ben bugün ölsem kocam yarın evlenir, yeni gelen
hanımın canı mı yanacak, hiç acımadan kullanır benim kullanmaya
kıyamadığım güzelim elişlerimi. O kullanacağına ben kullanayım.
Benden kıymetli mi bunlar?" 'Doğru' demiştim kendi kendime. Neyi,
hangi gün için, ya da kime saklıyoruz? Dişimizden tırnağımızdan
artırıp, çalışıp çabalayıp sahip olmaya çalıştığımız ev, araba gibi en
öncül ihtiyaçlarımızı bile doyasıya kullanacağımızı kimse
garantileyemez. Geleceğimizi teminat altına almak uğruna
yaptığımız tüm didinmeler bir başkasının lüksünü artıracaksa yazık
çekilenlere. O üzerinde binlerce hayalimizin kurulup oturduğu ve
'ilerde', 'özel bir günde' ya da hayal ettiğimiz zaman diliminde
kullanmayı düşündüklerimiz bir başkasının elinde aynı anlama
sahip olmayacaktır şüphesiz. Uğruna dökülen alın terini, katlanılan
sıkıntıları da bilmeyecek onu hor kullananlar.
Ancak bu demek değil ki har vurup harman savuralım, yarını
düşünmeden bugün kazandığımızı bugün bitirelim hatta
çocuklarımıza birer küçük hatıra bırakmayalım... Anlatmaya
çalıştığımız hiç bir şeyi hırs haline getirmeden kendimizi yiyip
bitirmeden elimizdekilerin de kıymetini bilerek ertelenmeyen bir
hayatı yaşamak. Hep yarın için yaşamak, birşeyleri yarına saklamak
ne kadar akıllıca? Hem mağazadan geldiği gibi sandığa konulan ve
hiç kullanmadığımız eşyalarımız bizden sonrakiler için hatıra
niteliğini ne kadar taşıyabilir ki? O izleyenleri hüzünlendiren
reklamdaki 'o pahalı yemek takımını kullanmak için hep ev
alacakları günü bekleyen ve o günü göremeden ölen annesinin
tabaklarını kullanan kızın yaşadığı hüznü hatırlayacaksınız. O hayali
kurulan güne çıkacağınızı hiç bilemezsiniz, hem o kadar yaşasanız
bile yaşın geçmiş olması aynı hazzı duymanıza engel olabilir. Hatta
Can Dündar'ın ifadesiyle o gün geldiğinde artık mutluluklarınızı
paylaşacak kimseyi de bulamayabilirsiniz etrafınızda. Hayat hergün
bir şeyleri alıp götürüyor bizden. Ne geçmişte ne gelecektedir hayat.
Bugün yaşadığımız neyse, odur kârımız.

"Sarı lira gibi ömrümüz"
İşte Can Dündar'ın ifadeleriyle ertelenmiş hayatın
kaybettirdikleri: "...Kuşluk vakti, kızarmış ekmek kokusu veya
yavuklu sesiyle uyanma düşlerini ha babam erteledik. 20'li
yaşlardayken 30'lara kurduk saatin alarmını, 30'larımızda 40'lara,
belki sonra 50'lere... Lakin öyle yanlış kurgulanmış ki hayat ,
kuşlukta uyanma fırsatını sunduğunda size, artık uyku girmez
oluyor gözlerinize... Doyasıya söyleşmek, telaşsız sevişmek için bol
zamana kavuştuğunuzda, söyleşecek, sevişecek kimseler kalmıyor
yanınızda. Özenle yarına sakladığınız bir sarı lira gibi ömrünüz;
Vakti gelip de sandıktan çıkardığınızda bir de bakıyorsunuz ki
tedavülden kalkmış..."

Bediüzzaman da hayatın zorluklarına karşı sabır gücüne
dayanmamızı tavsiye ettiği yorumunda, "Aslında ömrün, içinde
bulunduğun andır" diyor. İçinde bulunduğun anı hakkıyla
değerlendirebilmek için zihni artık geçmişte kalan olaylarla ya da
henüz yaşanmamış gelecekteki olaylarla meşgul etmemek
gerektiğini söylüyor. Sahip olduğumuz tek şey şu an elimizde
olandır. Onu hakkıyla, anlamına uygun ve ertelemeden
kullanmaksa, kuşkusuz aklın kârı olacaktır.


Bir Sarı Lira Gibi Ömrümüz..

"Yaşamak değil,beni bu telaş öldürecek "dediği gibi şairin ;
O telaşla , bırakın paris yolunda ılık rüzgarlara taratmayı saçlarımızı
Sevdiğimizle doyasıya bir sohbet bile edemedik biz...
Gözümüz saatte söyleştik hep ,
Koşuşur gibi seviştik,Yarışır gibi çalıştık,
Hep yetişecek bir yerler vardı
Aranacak adamlar,yapılacak işler...

Bir sonraki günün telaşı bir öncekinin terine bulaştı;
Başkalarının hayatı ,bizimkini aştı,
Kör karanlıkta çalar saat yerine ,
Kuşluk vakti ,kızarmış ekmek kokusu
Veya yavuklu sesiyle uyanma düşlerini
Ha babam erteledik.
20'li yaşlardayken 30'lara kurduk saatin alarmını,
30'larımızda 40'lara ,belki sonra 50'lere...
Lakin öyle yanlış kurgulanmış ki hayat ,
Kuşlukta uyanma fırsatını sunduğunda size,
Artık uyku girmez oluyor gözlerinize ...
Doyasıya söyleşmek
Telaşsız sevişmek için bol zamana kavuştuğunuzda ,
Söyleşecek, sevişecek kimseler kalmıyor yanınızda ..
Özenle yarına sakladığınız bir sarı lira gibi ömrünüz;
Vakti gelip de sandıktan çıkardığınızda
Bir de bakıyorsunuz ki
Tedavülden kalkmış


1 yorum

paylaşımınız için

paylaşımınız için teşekkürler.

14.12.2006 - teslimiyet

Konular