Zühd'ün Fazileti

Zühd'ün Hakîkati, Fazileti, Dereceleri, Kısımları; Yemek, Elbise, Mesken, Ev Eşyası Hususunda Zühd'ün Tafsilâta, Geçim Çeşitleri ve Zühd'ün Alâmeti

Zühd, dünyada, sâlihlerin şerefli makamlarından birisidir. Diğer makamlar gibi bu makam da ilim, hal ve amel'den oluşur; zira imanın bütün kapıları selefin dediği gibi akd, söz ve amel'e açılır; yani bunlar etrafında dönüp dolaşır. Şöyle ki; burada adeta söz, hâl'in ortaya çıkması için, onun yerine geçmiştir; zira onunla bâtın (gizli) bir hal ortaya çıkar. Yoksa burada bizzat söz'ün ken-disi kastedilmemiştir. Bir hal'den sâdır olmayan (çıkmayan) söz'e 'iman' değil 'islâm' adı verilir. İlim, hal hakkında 'sebeb'in ta kendisi olup meyve veren (ağaç) gibidir. Hal'in amel kısmı ise, meyve yerine geçer. Bu bakımdan biz hal'i, ilim ve amel 'den ibaret olan iki tarafıyla birlikte ele alalım.

Hâl'den gayemiz; zühd diye adlandırılan şeydir. Bu da bir şeyden yüz çevirip onu kendisinden daha hayırlı olan bir başka şeye döndürmekten ibarettir. Bu bakımdan bir bedel, alış veriş veya başka şeyler karşılığında herhangi bir şeyden dönüp daha başka bir şeye yönelen kimse, ancak birincisinden vazgeçtiğinden dolayı dönmüş olur. İkincisine ancak rağbeti olduğundan dolayı yönelmiştir. Bu bakımdan kendisinden vazgeçilen şey açısından bakılan hale zühd adı verilir. Kendisine yönelinen şey açısından da rağbet ve hubb adını alır. Zühd hali, bir şeyden yüz çevirerek ondan daha hayırlı bir şeye yönelmektir. Ancak kendisinden yüz çevirile-rek vazgeçilen şey'in de rağbet edilen bir yanının bulunması şarttır. Yoksa zaten rağbet edilmeyen bir şeyden yüz çeviren kimseye zâhid denilmez; meselâ taş, toprak ve benzerlerini terkeden kimseye zâhid adı verilmez. Ancak dirhem ve dinarları (paraları) terkeden kimseye zâhid denir.

Çünkü toprak ve taş, rağbet edilen şeyler değildir. (Bu durum, müellifin yaşadığı asır için geçerli olsa gerektir; zira zamanımızda toprak paradan daha değerlidir). Kendisine yönelinen şey'in şartı ise, kişinin nezdinde, terkedilen şey'den daha hayırlı olmasıdır ki bu rağbet galebe çalsın! Bu bakımdan bir satıcı, satışa ancak alınan mal, satılan maldan daha hayırlı ise yönelir. Bu durumda satıcının hali, satılan mal açısından zühddür. O malın bedeli, yani alınan açısındansa rağbet etmek ve sevmektir.
Onu değersiz bir fiyat ile birkaç paraya sattılar. Onlar ona karşı isteksiz (zâhid) idiler.(Yusuf/20)

Ayetin mânâsı, 'onu sattılar' demektir; zira 'şirâ' tabiri satış mânâsını ifade eder. Hz. Yusuf'un kardeşlerinin, onun hakkında zâhidlikle vasıflandırılmaları şu sebepten ileri gelmektedir: Onlar babalarının sevgisinin sadece kendilerine kalmasını istiyorlardı. Bu durum, onların katında Yusuf'tan daha sevimli idi! Bu bakımdan karşılığında alacakları şeye tamah ederek kendisini sattılar. Kim ahiret karşılığında dünyayı satarsa o, dünya hakkında zâhiddir. Kim de dünya karşılığında ahireti satarsa, o da ahiret hakkında zâhiddir. Fakat, 'zühd' isminin yalnızca dünya hakkında zâhidlik yapanlar için kullanılması âdet olmuştur. Tıpkı dilde mutlak meyletme mânâsına gelen 'ilhad' tabirinin, sadece bâtıla meyledenler hakkında kullanılması gibi.

Zühd, sevilen bir şeyden yüz çevirme olduğuna göre bu durum ancak ondan daha sevimli birşeye yönelme şeklinde düşünülebilir. Aksi takdirde, sevilen bir şeyi, daha sevimli olmayandan ötürü bırakmak imkansızdır. Allah'tan başka her şeyden, hatta cennetlerden bile yüz çevirerek, O'ndan başkasını sevmeyen kimse, mutlak mânâda zâhiddir. Dünya zevklerinden yüz çevirip de âhiretin bunlara benzer zevklerinden yüz çevirmeyen, bilakis hûrilere, köşklere, nehirlere ve meyvelere rağbet eden kimse de zâhiddir; fakat derece bakımından birincisinden eksiktir. Böyle bir kimse dünya nasiblerinden bir kısmını terkeden; meselâ mevkî hırsını bırakmayıp da malı bırakan veya çok yemeyi terkedip de süsü ter-ketmeyen kimse gibidir. Bu gibi kimseler zahd-i mutlak ismine müstehak olamaz. Böyle bir kimsenin derecesi, günahlarının bir kısmına tevbe eden kimsenin tevbekârlar arasındaki derecesi gibi
dir. Bu zühd, sıhhatli (sahih) bir zühddür; tıpkı günahlardan bazılarına tevbe etmenin sahih oluşu gibi; zira tevbe mahzurluları, zühd ise, nefsin payı olan mübahları terketmekten ibarettir.

Mübahların bir kısmını terketmeye güç yetirip bir kısmına güç yetirememek, uzak bir ihtimal değildir. Bu durum mahzurlular hakkında da aynen geçerlidir. Her ne kadar mahzurlular hakkında zühd göstermiş ve onlardan yüz çevirmişse de yalnızca mahzurluları terkeden kimseye zâhid denilmez. Fakat bu ismin, mübahları terketme hususunda kullanılması âdet olmuştur. Bu duruma göre zâhidlik, ahirete yönelmek için dünyadan yüz çevirmekten veya Allah'a yönelmek için O'nun gayrisinden yüz çevirmekten ibarettir. Bu, en yüce derecedir. Yapılmak istenilen şeyin, yapmak isteyen nezdinde daha hayırlı olması şart olduğu gibi, kendisinden yüz çevrilen şeyin yapılabilir (güç yetirilebilir) olması da şarttır. Çünkü yapılamayan bir şeyi terketmek mümkün değildir. Rağbetin kesilmesi ise ancak terketme sayesinde ortaya çıkar.

İbn Mübârek, kendisine 'Ey zâhid!' diye seslenen birisine şunları söylemiştir: 'Zâhid, Ömer b. Abdülazîz'dir; zira dünya ister istemez kendisine geldiği halde o dünyayı terketti. Ben ise hangi şey hakkında zâhidlik yapabilirim? (Benim birşeyim yok ki onu terkedebileyim)'
Bu hali doğuran ilme gelince, bu, terkedilen şeyin alınan şey'e oranla daha değersiz olduğunu bilmektir. Tıpkı bir tüccarın, aldığı paranın, sattığı maldan daha hayırlı olduğunu bilmesi ve bu satışa rağbet etmesi gibi...

Bunu bilmedikçe tüccarın, elindeki maldan vazgeçerek onu satması düşünülemez. Allah Teâlâ nezdindeki nimetlerin ebedî, ahiret zevklerinin de daha değerli ve daimî olduğunu bilen kimsenin hali de böyledir. Bu durum, tıpkı mücevherlerin buzdan daha hayırlı ve bâki olduğunu bilen kimsenin durumuna benzer. Bu durumda, elindeki buzları, mücevher ve inciler karşılığında satması kişiye zor gelmez. İşte dünya ve ahiret de bunun gibidir. Dünya güneşe konulan bir buzdur. Durmadan erir ve nihayet yok olur. Ahiretse yok olmayan mücevher gibidir. Bu bakımdan kişi, dünyayı ahiretle değiştirme alışverişinde yakîni ve dünya ile ahiret arasındaki büyük farkı bilmesi nisbetinde, sahip olduğu herşeyden vazgeçebilir.

Allah, kendi yolunda savaşıp öldüren ve öldürülen mü'minlerden canlarını ve mallarını, cennet onların olmak üzere satın almıştır. (Tevbe/111)

Sonra Allah Teâlâ, onların bu alışverişlerinin çok kârlı olduğunu bildirerek şöyle buyurmuştur:
O halde, yaptığınız bu hayırlı alışverişten dolayı sevinin. Gerçekten bu çok büyük bir başarıdır.(Tevbe/111)

Zühd konusunda ahire tin daha hayırlı ve devamlı olduğunun bilinmesi kâfidir. Bu durumu, dünyayı terketmeye güç yetiremeyen kimse de bilir! Böyle kimselerin dünyayı terketmeyişi ya ilminin ve yakîninin zayıflığından veya şehvetin kendisini istilâ edip şeytana mağlup olmasından veya onun nasıl olsa önünde daha çok zaman var şeklindeki yalancı va'dlerine aldanmaktan ileri gelir. Böylece ölüm gelip çatar; fırsatı kaçırdıktan sonra, elinde, pişmanlıktan başka birşey kalmaz! Dünyanın değersizliğine şu ayetle işaret edilmektedir:
De ki: "Dünya geçimi azdır'. (Nisâ/77) Ahiretin daha hayırlı olduğuna ise şu ayetle işaret edilmiştir:

Kendilerine ilim verilenler, '(Ey Karûn gibi dünyayı isteyenler!) Yazıklar olsun size! İman edip sâlih amel işleyen için Allah'ın sevabı daha hayırlıdır' dediler.(Kasas/80)

Bu şekilde Allah Teâlâ, mücevherin daha hayırlı oluşunu bilmenin, karşılığında verilen şeyden yüz çevirmenin biricik sebebi olduğuna dikkat çekmektedir. Zühd ancak sevileni, ondan daha se-vimli birşey karşılığında bırakmak olarak düşünüldüğü içindir ki bir zât duasında şunları söylemiştir: 'Yarab! Dünyayı bana, sen nasıl görüyorsan öyle göster!' Bunu duyan Hz. Peygamber (s.a) ona şöyle buyurmuştur:
Böyle deme! Bunun yerine 'Yarab! Dünyayı bana, sâlih kul-larına gösterdiğin gibi göster!' de!67
Bunun hikmeti şudur:
Allah Teâlâ dünyayı olduğu gibi hakir görür. Aynı zamanda Allah'ın celâline nisbetle her mahluk da hakirdir. Kul ise dünyayı, ancak kendi nefsi açısından daha hayırlı olan şeylere nisbetle hakir görür. Atını satan bir kimsenin, atından ne kadar bıkmış olursa olsun onu meselâ haşereler derecesinde görmesi düşünülemez. Çünkü kişi böceklere hiçbir zaman muhtaç olmaz. At'a ise zaman zaman muhtaçtır. Allah Teâlâ, zâtıyla, kendi dışındaki şeylerin (mâsivâ) hiç birine muhtaç değildir; onlardan müstağnidir. Bu bakımdan onların hepsini, celâline nisbetle bir derecede görür. Değişik görmesi, ancak başkasına nisbetledir. Zâhid ise değişikliği başkasına nisbetle değil, nefsine nisbetle görür. Zühd halinden doğan amel'e gelince bu, almak ile vermektir. Çünkü zühd, bir alışveriş ve muamele olup kıymet bakımından aşağı olanı verip daha hayırlısını almaktır. Nasıl ki alış veriş akdinden doğan amel, satılan malı terketmek, elden çıkarmak ve karşılığını almaksa, zühd de aynı şekilde hakkında zühd yapılan şeyin tamamen terkedilmesini gerektirir. Bu da sebepleri, mukad-dimeleri ve bağlantılarıyla birlikte dünyanın tamamıdır.

Bu bakımdan zâhid, kalbinden dünya sevgisini çıkarır, oraya ibâdet sevgisini sokar. Kalbinden çıkardığını göz, el ve sair azalarından da çıkarır. Bu âzalar üzerine ibâdet vazifelerini yükler. Aksi tak-dirde malını, selef yoluyla verip bahasını almayan kimse gibi olur. Böyle bir kişi, yapmış olduğu alışverişe, ancak her iki tarafın şartı yerine gelirse sevinebilir; zira karşı taraf (satıcı), ancak bu şartla sözünü yerine getirmiş demektir. Bu bakımdan elindeki malı, ortada olmayan bir mal için selef38 akdiyle veren ve elde bulunanı
satıcıya teslim edip elde bulunmayanın arkasına düşen kimse, bu alacağını ancak satıcı, doğruluğuna, kudretine ve sözüne güvenilir bir kimse ise alabilir. Dünyayı elinde tuttuğu sürece kişinin zâhidliği asla doğru olamaz.

Bunun içindir ki Allah Teâlâ, her ne kadar 'Muhakkak Yusuf ve bir kardeşi Bünyamin, babamızın yanında bizden daha sevimlidir' demişler ve Yusuf'u uzaklaştırdıkları gibi Bünyamin'i de uzaklaştırmaya azmetmişler ise de, Yusuf'un kardeşlerini, Bünyamin hakkında zâhidlikle vasıflandırmamıştır. Öyle ki içlerinden biri, ricacı olduğu için Bünyamin uzaklaştırılmamıştı. Yine Allah Teâlâ onları, Hz. Yusuf'u kuyudan çıkarmaya azmettikleri zaman da zühd ile vasıflandırmamıştır. Bilakis onu teslim ettikleri ve sattıkları anda kendilerini Yusuf hakkında zâhidlikle nitelendirmiştir.

Bu bakımdan rağbetin alâmeti elde tutmak, zühdün alâmeti ise elden çıkarmaktır. Dünyanın bir kısmını elden çıkaran kimse, sadece onun hakkında zâhid olur; mutlak zâhid olmaz. Eğer malın yok ve dünya da sana yardım etmiyorsa, sende zühd diye birşey tasavvur olunamaz; zira insanın sahip olmadığı bir şeyi terketmesi düşünülemez. Çoğu zaman şeytan seni aldatır ve sana 'Her ne kadar eline geçmemiş ise de sen dünya hakkında zâhidsin!' vehmini verir. O halde Allah'tan kuvvetli bir söz ve yardım elde etmedikçe, şeytanın aldatma ipiyle sarkmaman gerekir. Terketmeye gücün yettiği sıradaki halini denemedikçe malı terketme kudretine güvenme; zira nice kimse vardır ki günah işleyemediği zaman nefsinin günahtan nefret ettiğini zanneder. Ancak halktan korkusu olmaksızın ve bir mâni bulunmaksızın günah yolları kolaylaşıp günaha dalar.

Nefsin, mahzurlular hakkındaki aldatması bu olduğuna göre mübahlar hakkındaki sözüne güvenmekten de sakın! Nefsinin doğru olup olmadığına, kudretli olduğu sırada kendisini defalarca denedikten sonra karar ver. Bu durumda daima sözünü yerine getiriyorsa günahtan çevirecek gizli açık mâniler ve özürler de yoksa, ona (nefse) azıcık güvenmekte bir beis yoktur. Bununla birlikte yine de onun aldatmasından sakınmalısın! Çünkü o sözünden çabucak cayan ve tabiatının isteklerine hemen dönen bir mahlûktur. Kısacası insan, nefisten ancak gücü yettiği sırada terkettiğine nisbetle ve yalnızca terk anında emin olabilir.

İbn Ebî Leylâ, İbn Şübrüme'ye69 İbn Hâik'e (Ebu Hanife'ye) ne dersin? Biz hangi meselede fetva versek mutlaka bizim fetvamızı yüzümüze çarpıyor' dedi. Bunun üzerine İbn Şübrüme 'O İbn Hâik midir değil midir, bilmiyorum; fakat bildiğim birşey vardır: Dünya onun üzerine akın ettiği halde o dünyadan kaçtı. Oysa biz, bizden kaçtığı halde dünyanın peşine düştük' karşılığını verdi.

Hz. Peygamber'in devr-i saadetinde bütün müslümanlar 'Biz rabbimizi seviyoruz. Şayet O'nun sevgisini ne ile elde edeceğimizi bilmiş olsaydık, onu yapardık' dediler. Bunun üzerine şu ayet-i celîle nâzil oldu:
Eğer onların üzerine 'Nefislerinizi (cihad için) öldürün!' yahut 'Yurtlarınızdan çıkın!' diye yazmış olsaydık (böyle bir farziyet yükleseydik), içlerinden pek azı müstesna, bunu yapmazlardı.(Nisâ/66)

İbn Mes'ud şöyle diyor: "Hz. Peygamber (s.a) bir keresinde bana ' Sen o azlardansın!' buyurdu. Şu ayet nâzil oluncaya kadar, içimizde dünyayı seven birinin bulunduğunu bilmezdim:
Kiminiz dünyayı, kiminiz de ahireti istiyordu. (Âlu İmran/152)

Maldan vazgeçmek, cömert bir şekilde dağıtmak, onu kalpleri kazanmak için veya başka bir şeye tamahla vermek zâhidlikten değildir. Çünkü bütün bunlar iyi âdetlerden olmakla birlikte hiç birinin ibadetlerde bir dahli yoktur. Zühd ancak ahiretin güzelliğine nisbetle hakîrliğini bildiği dünyayı terketmektir. Terkin her çeşidi, ahirete iman etmeyen kimselerde de görülebilir. Malı terketmek bazan mürüvvet, erkeklik, cömertlik ve güzel ahlâk olur.

Fakat zâhidlik olmaz; zira güzel bir nam bırakmak ve kalpleri kazanmak geçici zevklerdendir. Bu, maldan daha zevkli ve daha tatlıdır. Malı, karşılığına tamah ederek, selem yoluyla terketmek zâhidlik olmadığı gibi,anılmaya, övülmeye, cömerdlikle tanınmaya tamah ederek veya korunmasında meşakkat ve sultanlara zillet göstermek olduğundan yani malı bir ağırlık olarak gördüğünden dolayı terketmek de asla zâhidlik değildir. Zâhid, dünya, ister istemez kendisine geldiği, mertebesi eksilmeksizin, adı kötüye çıkmaksızın ve nefsin hiçbir nasibi elden kaçmaksızın dünyadan faydalanmaya kâdir olduğu halde, dünyayı sadece ona alışma, Allah'tan başkasıyla yakınlık kurma korkusu ile dünyayı terkeden kimsedir.

Allah'tan başkasına sevgi duymamak, Allah'ın sevgisine hiç kimseyi ortak etmemek için veya ahirette Allah'ın vereceği sevap karşılığında terkeden kimsedir. Bu bakımdan bu kimse, cennet içkilerine karşılık dünya içkilerinden faydalanmayı, elâ gözlü cennet kadınlarına karşılık cariye ve kadınlarla zevk ü safa sürmeyi, cennetin bostan ve ağaçları karşılığında dünyanın bahçe ve mesire yerlerinde gezmeyi, cennetin süsleri karşılığında dünya süsleriyle süslenmeyi, cennetin meyvelerine karşılık dün-yanın lezzetli yiyeceklerini terketmiştir.
Dünya hayatınızda bütün güzel şeylerinizi zâyi ettiniz ve bunlarla safa sürüp bunları tükettiniz.(Ahkaf/20)

Zâhid, dünyayı, âhirette kendisine böyle denilmesinden korktuğu için terketmiştir. Bu bakımdan zâhid bütün bunlarda, cennette kendisine va'dedilen nimetleri dünyada peşin olarak veri-lene tercih etmiştir. Çünkü o ahiret nimetlerinin daha hayırlı ve geçerli olduğunu; bunun dışındakilerin dünyevî işler olup ahirette asla fayda vermeyeceklerini bilir.




67) Deylemî
68) Selem veya selef alış verişi, parayı peşin verip piyasaya üç ay sonra çıkacak bir malı,tarafların anlaştıkları bir fiyatla almak demektir.
Selem'in hangi durumlarda caiz olmadığı hususunda bkz. el-Fıkhu ale'lMezâhib 'il-Erbaa, Alış-verişler bölümü.
69) Birincisinin adı Muhammed b. Abdurrahman b. Ebî Leylâ'dır. Kûfe kadısıydı. H. 48'de vefat etmiştir, İbn Şübrüme'nin tam adı ise Abdullah b. Şübrüme b. et-Tufeylî b. Hassan edDübbî'dir. O da Kûfe kadısıydı ve güvenilir bir fakih idi. H. 44'te vefat etmiştir.