Zaruret Olmaksızın Dilenmenin Haram Olması ve Dilenmeye Mecbur Olan Fakirin Âdâbı

Kendisine gelen şey hususunda, fakirin üç şeyi mülâhaza etmesi uygundur.
1. Malın kendisini,
2. Verenin hedefini,
3. Kendisinin almaktaki hedefini.

Malın kendisine gelince, malın helâl ve bütün şüphelerden uzak olması gerekir. Eğer malda şüphe varsa, onu almaktan sakınmalıdır. Biz helâl ve haram bahsinde şüphenin derecelerini, nelerden sakınmanın farz olduğunu ve neden sakınmanın müstehab olduğunu zikretmiştik.
Verenin gayesine gelince, ya fakirin kalbini hoş edip, muhabbetini talep etmektir bu takdirde bu hediyedir veya sevaptır ya da Allah için ona yardım etmektir bu takdirde sadaka ve zekât olur veya anmak, riyakârlık ve gösteriştir. Bu da ya mücerred olarak kastolunur veya diğer gayelerle karışık olarak kastolunur.

Birincisi
Hediyeyi kabul etmekten ibaret olan birinci kısma gelince, hediye kabul etmekte sakınca yoktur. Çünkü hediyeyi kabul etmek Hz. Peygamber'in sünnetidir. Fakat hediyede minnetin olmaması gerekir. Eğer hediyede minnet varsa, en iyisi terkedilmesidir. Eğer onun bir kısmı hakkında minnetin büyük olduğunu bilirse, o kısmı geri vermeli, diğer kısmı kabul etmelidir. Çünkü Hz. Peygamber'e (s.a) yağ, peynir ve bir koç hediye edildi. Hz. Peygamber yağ ile peyniri kabul edip koçu geri verdi.50

Aynı zamanda, bazı insanların hediyesini kabul eder, bazılarınkini geri çevirirdi:
Ben Kureyşî, Sakafî, Ensarî ve Devs kabilelerinden başkasından hediye kabul etmemeye azmettim.51

Tabiînden bir cemaat da böyle yapmıştır. Feth b. Şahref el-Mevsilî'ye içinde elli dirhem bulunan bir kese gönderilince, Atâ'nın Hz. Peygamber'den rivayet ettiği şu hadisi nakletti:

Kim istemeden kendisine bir rızık gelir, o rızkı geri çevirirse, onu Allah'a geri çevirip veriyor demektir. (Bu da Allah'ın ikramını kabul etmemek olur!)52

el-Mevsilî, bu keseyi açtı, bir dirhemini aldı ve diğerini geri verdi.

Hasan Basrî de bahsi geçen hadîsi rivayet ediyordu. Fakat bir kişi kendisine bir kese ve bir bohça dolusu da Horasan'ın ince elbisesinden getirdi. Bunu geri çevirdi ve şöyle dedi: 'Kim benim bu meclisimde oturup insanlardan gelen bu gibi hediyeleri kabul ederse, o kıyamet gününde nasibi olmadığı halde Allah'ın huzuruna varır'.

Hasan Basrî'nin bu sözü delâlet eder ki âlim veya vâiz verileni kabul ederse, durumu daha şiddetlidir. Oysa Hasan, arkadaşlarından hediye kabul ederdi.

İbrahim et-Teymî, arkadaşlarından bir veya iki dirhem gibi bir miktarı ister, fakat arkadaşı olmayan bir kimse ona yüzlerce dirhem teklif etse almazdı.

Seleften biri, dostu kendisine mal verdiği zaman, dostuna 'Onu yanında bırak! Dikkat et! Eğer onu kabul ettikten sonra senin kalbinde sevgim, kabul etmeden önceki sevgimden daha üstün ise bana haber ver onu alayım. Aksi takdirde almayacağım' derdi.

Bunun alâmeti, eğer hediyeyi geri çevirirse, geri çevirmenin kendisine zor gelmemesi, kabul etmekle sevinmesi, dostu hediye-sini kabul etti diye onu canına minnet saymasıdır. Eğer hediyeyi kabul eden ona bir minnet karıştığını bilirse, buna rağmen onu kabul etmek mübahtır. Fakat sadık fakirlerin nezdinde mekruhtur.

Bişr el-Hafî dedi ki: 'Sırrî es-Sakatî hariç, hiç kimseden birşey istemedim. Çünkü nezdimde Sırrî es-Sakatî'nin dünya hakkındaki zâhidliği takarrur etmiştir. O, birşeyin elinden çıkmasıyla sevinir, kalmasıyla üzülür. Öyle ise istemekle onun sevdiğinde ona yardımcı
olmuş olurum'.

Bir Horasanlı, Cüneyd-i Bağdâdî'ye hediye olarak bir mal getirdi. O maldan yemesini istedi. Cüneyd dedi ki:
- Onu alıp fakirlere dağıtacağım.
- Böyle yapmanı istemiyorum.
- Ben ne zamana kadar yaşayacağım ki bunu yiyeyim?
- Onu tatlı ve güzel yemeklere sarfetmeni istiyorum.
Bunun üzerine Cüneyd o malı kabul etti. Horasanlı dedi ki:
- Bağdad'da senden daha fazla bana minnet yükleten birini tanımıyorum.
- Ancak senin gibilerden hediye almak uygun olur!

İkincisi
İkincisi, sadece sevap için olmasıdır. Bu da ya sadaka veya zekâttır. Bu bakımdan sadakayı (zekâtı) alan, nefsinin sıfatlarını tedkik etmeli, zekâta müstehak olup olmadığını araştırmalıdır. Eğer şüpheye düşerse alması şüpheli olur. Bunun tafsilâtını 'Zekâtın Sırları' bahsinde zikretmiştik. Eğer aldığı sadaka ise, sadaka veren dindar olduğu için ona veriyorsa, içine bakmalıdır. Eğer gizli olarak bir günah işleyen bir kimse ise ve sadakayı veren eğer o günahı bilirse, kendisinden kaçacağını ve kendisine sadaka vermek sûretiyle Allah'a yaklaşmayı ummuyorsa böyle bir sada-kayı alması haramdır. Nasıl ki sadaka veren, sadaka verdiği kimseyi âlim veya Ehl-i Beyt'den sanıp sadaka verirse ve haddi zatında sadaka alan da böyle değilse, aldığı sadaka katıksız haram ise, aynen onun gibi bu da haramdır!

Üçüncüsü
Verenin gayesi gösteriş, riya ve şöhret sahibi olmaktır. Bu bakımdan bu kimsenin bozuk maksadını yüzüne çarpmak ve sadakasını kabul etmemek daha uygundur; zira böyle bir kimseden sadaka almak, onun yanlış hedefine yardımcı olmak demektir. Süfyan es-Sevrî, kendisine verilen sadakayı geri çevirip şöyle derdi: 'Eğer onların böbürlenerek bu sadakayı zikretmeyeceğini bilmiş olsaydım kabul ederdim!'

Âlimlerden biri kendisine gelen hediyeleri reddetmekten dolayı kınandı. Buna cevap olarak şöyle dedi: 'Ben onların hediyelerini ancak onlara şefkat ve nasihat olsun diye reddediyorum. Çünkü onlar hediyelerini zikrederler ve onun bilinmesini isterler. Bu bakımdan hem malları gider, hem de ecirleri yanıp kül olur!'

Almaktaki gayesine gelince, verilen sadakaya muhtaç olup olmadığını, nafakasına sarfedip sarfetmediğini araştırması gerekir. Eğer verilene muhtaç olduğu halde, verilen sadaka ve veren kimse hakkında zikrettiğimiz şüphe ve âfetten selâmet kalmışsa, bu takdirde en faziletlisi almaktır.
Zenginliğinden veren bir kimse, ecir bakımından, muhtaç olduğu zaman alan bir kimseden daha büyük değildir.53

Kim dilenmek ve gözetmeksizin kendisine birşey gelirse, o gelen Allah tarafından kendisine sevkedilen bir rızıktır. O geleni geri çevirmesin.54

Âlimlerin biri şöyle demiştir: 'Kim kendisine verildiği halde almazsa, istemiş de kendisine verilmemiş kimse gibidir!'

Sırrî es-Sakatî? İmam Ahmed b. Hanbel'e birşeyler gönderirdi. Bir defasında İmam Ahmed hediyeyi geri çevirdi. Bunun üzerine Sırrî es-Sakatî kendisine 'Ey Ahmed! Hediyeyi geri çevirmenin âfe-tinden sakın. Çünkü geri çevirmenin âfeti, almanın âfetinden daha şiddetlidir' dedi. Bunun üzerine İmam Ahmed ona 'Söylediğini bana tekrar et!' dedi. Sırrî söylediğini tekrar etti ve İmam Ahmed 'Ben o hediyeyi yanımda bir aylık nafakam olduğundan dolayı geri çevirdim. Bu bakımdan onu benim için yanında sakla! Bir aydan sonra bana gönder' dedi.

Âlimlerden biri şöyle demiştir: 'İhtiyacına rağmen verileni geri çevirmenin, tamahkârlık belâsına, şüphe veya benzerine gir-meye sevketmesinden korkulur'.

Kişiye gelen mal, ihtiyacından fazla ise durumuna bakılır: Durumu ya nefsiyle meşgul olmaktır veya fakirlerin işlerini tekeffül etmek ve onlara tabiatındaki şefkat ve cömertlikten dolayı infak etmektir. Eğer nefsiyle meşgul ve ahiret yolunun yolcusu ise almasının hiçbir mânâsı yoktur. Çünkü bu durumda almak, sadece hevâ-i nefse tâbi olmaktır. Oysa Allah için olmayan amel sadece şeytanın yoluna dâvet eder. Kim korunun etrafında dolaşırsa (bilmediği halde) koruya girmesi pek yakın bir ihtimaldir! Sonra o kişinin iki makamı vardır. Onların biri açıkta sadakayı almak, gizlice sahibine geri vermektedir veya açıkta almak, gizlice fakirlere dağıtmaktır. Bu makam sıddîkların makamıdır. Nefse gayet ağır gelir. Ancak riyazet ile nefsi itminana kavuşan bir kimsenin gücü buna yeter! İkincisi, sahibi onu daha muhtaç bir kimseye sarfetsin diye almaması veyahut alıp daha muhtaç bir kimseye vermesidir. Bu iki durumu da gizlice veya açıkça yapabilir. Biz daha önce fa-kirliğin bazı hükümleriyle beraber, zekâtın esrarı bahsinde açıkça almanın mı, gizli almanın mı daha iyi olduğunu zikretmiştik.

İmam Hanbel'in Sırrî es-Sekatî'nin hediyesini almamasına gelince, bu ancak İmam'ın o sadakaya muhtaç olmamasından ötürüdür; zira o zaman imamın yanında bir aylık azığı vardı. Onu alıp da başkasına sarfetmek sûretiyle nefsini meşgul etmeye de razı olmadı. Çünkü bu tür meşguliyette âfetler ve tehlikeler vardır. Muttakî bir kimse ise, âfetlerin bulunduğu yerden kaçar. Çünkü şeytanın nefsini aldatmasından emin değildir!

Mekke-i Mükerreme'de mücavir olanlardan biri şöyle anlatıyor: 'Yanımda biraz para vardı. Onları Allah yolunda infak etmek için hazırlamıştım. Kâbe'yi tavaf etmiş, bitirmiştim. Gizli birsesle şöyle diyen bir fakiri dinledim:
- (Yârab) Gördüğün gibi açım! Gördüğün gibi çıplağım! Acaba gördüğün hakkında ne diyorsun ey gören ve görülmeyen Allah!?
O fakire baktım. Sırtında iki tane eskimiş elbise vardı. Bedenini örtecek gibi değildiler. İçimden dedim ki: 'Buna sarfetmekten daha iyi bir yer göremiyorum!' Hemen paraları ona getirdim. Paralara bakıp onlardan beş dirhem aldı ve 'Dört dirhem iki tane peştamalın sermayesidir. Bir dirhemi de üçe ayırıp infak edeceğim. Gerisine ise benim ihtiyacım yoktur' deyip gerisini bana iade etti.
Onu ikinci gece gördüm. Sırtında iki tane yeni peştemal vardı. Bu manzara karşısında içimde ona karşı birşey doğdu. Bana baktı, elimden tuttu. Beni beraberinde yedi tur tavaf ettirdi. Her turu yer madenlerinden bir cevher üzerinde oluyordu ki o cevherler ayaklarımızın altından topuklarımıza kadar çıkıyor ve ses veriyordu. Onlardan bir kısmı altın, gümüş, yakut, inci ve mücevher idi. Bu manzara, Kâbeyi ziyaret edenlere görünmüyordu. Bunun üzerine bana dedi ki:
Bütün bunları Allah bana verdi ve ben bunlara karşı zâhidlik gösterdim. Halkın elinden geleni alıyorum. Çünkü bu cevherler ağır bir yük ve fitnedir. Halktan gelende ise, halk için rahmet ve minnet vardır!
Bunları zikretmekten gayem, ihtiyaçtan fazla olan malın, sana imtihan ve fitne olarak verildiğini bildirmektir. Çünkü Allah kula onu o malla ne yapacağına bakmak için vermiştir.

İhtiyaç miktarı ise, sana şefkat olarak gelir. Öyleyse şefkat ile imtihan arasındaki farktan gafil olma!
Biz yeryüzünde olan şeyleri kendisine süs olsun diye yarattık ki onların hangisinin daha güzel amelde bulunacağını imtihan edelim!(Kehf/7)

Ademoğlunun ancak üç şeyde hakkı vardır:
1. Belini doğrultan yemekte,
2. Avret mahallini örten elbisede,
3. Kendisini koruyan evde. Bundan fazla olan hesaptır!
Madem ki durum budur, sen bu üç şeyden ihtiyaç miktarı almakla sevap kazanırsın. Fazlasından eğer Allah'a isyan etmemişsen hesaba mâruz kalırsın. Eğer isyan etmişsen Allah'ın azabına da mâruz kalırsın. Allah Teâlâ'ya yaklaşmak için ve nefsin sıfatını kırmaktan dolayı lezzetlerden birini terketmeye azmetmen de imtihandır. Mal ise, onunla aklının kuvvetini denemiş olasın diye sana dupduru gelir. Öyle ise en iyisi ondan imtina etmendir. Çünkü nefse azmini bozmak hususunda ruhsat verildi mi ahdini nakzetmeye meyleder ve eski âdetine döner. Artık onu kahretmek mümkün olmaz. Bu bakımdan onu reddetmek mühimdir. O da zühddür. Eğer alıp bir muhtaca sarfederse, bu da zühdün en son zirvesidir. Bu zirveye ancak sıddîk olanlar varabilirler! Halin cömertlik, mal vermek, fakirlerin hukukunu korumak, sulehâdan bir cemaati idare etmek olduğu zaman, ihtiyacından fazlasını al! Çünkü o, fakirlerin ihtiyacından fazla değildir. Onu hemen onlara sarfetmeye bak. Onu azık yapma! Çünkü bir gece dahi onu elde tutmakta büyük fitne ve imtihan vardır. Bu bakımdan o, çoğu zaman kalbine tatlı gelir. Sen onu tutarsan senin için büyük bir fitne olabilir. Bir topluluk kendisim fakirlerin hizmetine verip bunu servet edinmek, yemek ve içmekte israfa kaçmak hususuna vesile kılmışsa bu, helâk olmanın ta kendisidir. Oysa gayesi şefkat ve şefkatten dolayı sevabı talep etmek olan bir kimse ise, Allah'a hüsn-i zan etmek temeli üzerine borç etmeli, zâlim sultanlara güvenerek borç etmemelidir. Eğer Allah helâlinden ona verirse borcunu öder. Eğer ödeyemeden önce ölürse Allah onun yerine öder ve onun alacaklılarını razı eder. O da borç aldığı kişilerin yanında durumunun belli olması şartına bağlıdır. Bu nedenle borç veren kimseyi aldatmamalı, yalancı va'dlerle kandırmamalıdır. Aksine halini açıklamalı ki o da basiretli bir şekilde bile bile borç versin. Böyle bir kimsenin borcunun beytülmâl'den ve zekâttan ödenmesi farzdır.
Rızkı dar olan da Allah'ın ona verdiğinden harcasın. (Talâk/7)

Bu ayetin mânâsının 'İki elbisesinden birisini satsın' veya 'Nüfuzunu kullanmak sûretiyle borçlansın' demek olduğu söylenmiştir; zira nüfuz da Allah'ın kişiye vermiş olduğu nimettendir.

Seleften biri şöyle demiştir: 'Allah'ın birtakım kulları vardır, ellerindeki servet nisbetinde infak ederler. Allah'ın birtakım kulları da vardır ki Allah'a yapmış oldukları hüsn-i zan nisbetinde infak ederler'.

Seleften biri ölürken malını üç gruba vasiyet etti: Kuvvetlilere, cömertlere ve zenginlere... Kendisine 'bunların kimler olduğu' so-rulunca cevap olarak 'Kuvvetliler Allah'a tevekkül eden kimseler-dir. Cömertler Allah'a hüsn-i zan besleyen kimselerdir. Zenginler de, kendilerini tamamen Allah'ın ibâdetine veren kimselerdir' dedi.
O halde ne zaman kendisinde, malda ve verende bu şartları gö-rürse onu almalıdır. Aldığının verenden değil de Allah'tan geldiğini telâkki etmelidir. Çünkü veren, vermeye âmâde kılınmış bir vasıtadır. Kendisini vermeye dâvet eden kuvvetler, irade ve inançlar onu vermeye mecbur etmiştir.

Hikâye olunuyor ki halktan biri Şakîk el-Belhî'yi elli arkadaşıyla beraber dâvet etti. Mükellef bir sofra hazırladı. Şakîk oturduğu zaman arkadaşlarına "Bu kişi 'Kim bu yemeği hazırladığımı ve getirdiğimi görüp kabul etmezse, benim yemeğim ona haram olsun' diyor" dedi. Şakîk'in bu sözü üzerine bütün arkadaşları kalkıp çıktılar. Ancak derecede onlardan eksik olan bir genç sofrada kaldı. Bunun üzerine, konak sahibi Şakîk'e 'Ben bunu kasdetmedim!' dedi. Şakîk 'Ben de arkadaşlarımın tevhid'ini denemek istedim!' diye karşılık verdi.

Hz. Musa (a.s) şöyle demiştir: 'Yarab! Gördüğün gibi rızkımı, İsrailoğulları'nın eliyle veriyorsun. Şu adam bir gün sabah yemeğini, öbür adam akşam yemeğini bana yediriyor'. Bunun üzerine Allah Teâlâ, Musa'ya 'Veli kullarım hakkında böyle yaparım. Onların rızıklarını tembel kullarımın elleriyle veririm ki o tembelleri ecir sahibi kılayım' diye vahyetti. Bu bakımdan vereni, ancak musahhar ve Allah tarafından me'cûr (ecir sahibi) olarak görmelidir.
Allah Teâlâ'dan hüsn-ü tevfîkini talep ederiz!






50) İmam Ahmed
51) Ebu Dâvud, Tirmizî
52) Irâkî bu şekilde mürsel olarak görmediğini söylemektedir, ancak bundan sonra gelen hadîs bu hadîsin mânâsını doğrulamaktadır.
53) Taberânî
54) Daha önce geçmişti.