Dilencilerin Halleri

Halk bu hususta ihtilâfa düşmüştür: Cüneyd-i Bağdâdî, el-Havvas ve bir çokları, fakirliğin üstünlüğüne kaildirler. İbn Atâ 'Şükreden ve zenginliğin hakkını yerine getiren zengin, sabreden fakirden daha üstündür' demiştir.

Deniliyor ki: Bu hususta kendisine muhalefet ettiğinden dolayı, Cüneyd, İbn Atâ'ya bedduada bulundu. Bunun üzerine, İbn Atâ'nın başına bir musibet geldi.

Biz bu meseleyi Sabır Kitabı'nda, sabır ile şükür arasındaki farkı anlatırken zikretmiştik. Amellerde ve hallerde faziletin talebinin yolunu da belirtmiştik. Bu ise ancak tafsilât ile mümkündür. Fakirlik ve zenginlik, mutlak olarak ele alındıkları takdirde, haber ve eserleri okuyan bir kimse fakirliğin fazileti hakkında şüpheye düşmez. Fakat burada tafsilât lâzımdır. Şüphe ancak iki makamda tasavvur edilir.

Birinci Makam: Bu sabreden ve talep üzerinde ihtirası olmayan fakirdir. Bu fakir kanaat eden veya malını hayırlara sarfeden zengine nisbeten daha fazla razı olmuştur.
İkinci Makam: Haris bir zenginle haris bir fakirdir; zira kanaat eden fakirin mal biriktiren ve harislik yapan zenginden üstün olduğunda şüphe yoktur. Malını infak eden zenginin haris fakirden daha üstün olduğu da muhakkaktır.

Birincisine gelince, çoğu zaman zannedilir ki zengin, fakirden üstündür. Çünkü ikisi, mala karşı harisliğin zâfiyetinde eşittirler. Fakat zengin, sadaka ve hayırlar yapmakla Allah'a yaklaşır. Fakir ise bundan acizdir. İşte İbn Ata böyle zannetmiştir. Mal ile nimetlenen zengine gelince, her ne kadar bu mübah ise de bu zenginin kanaat eden fakirden daha üstün olduğu düşünülemez. Haberde vârid olan da buna şehâdet eder. Fakirler Hz. Peygamber'e zenginlerin hayır, sadakalar, hac ve cihadla kendilerini geçtiklerinden şikayet ettiler.

Bunun üzerine Hz. Peygamber, tesbih hususunda onlara birkaç kelime öğretti ve onlara bu kelimelerle zenginlerin vardıkları derecelerin daha üstüne varacaklarını söyledi. Bunun üzerine zenginler o kelimeleri öğrendiler ve onu söylemeye başladılar. Fakirler Hz. Peygamber'e gelip haber verdiler. Hz. Peygamber 'O Allah'ın faziletidir. Dilediği kuluna ihsân eder!' dedi.

İbn Atâ, bu mesele kendisine sorulduğu zaman, bu hadîsle istişhâd ederek şöyle dedi: 'Zengin üstündür. Çünkü zenginlik, hakkın sıfatıdır!'

Birincisinin delilinde düşünmek gerekir; zira haber bunun hilâfına delâlet eden bir tafsilâtla varid olmuştur. Şöyle ki: 'Fakirin tesbihteki sevabı, zenginin sevabından fazla olur. Fakirlerin o sevabı elde etmeleri ise, Allah'ın faziletidir. Allah, faziletini dilediği kuluna verir'.

Zeyd b. Eslem, Enes b. Mâlik'ten şöyle rivayet etti: Fakirler Hz. Peygamber'e bir elçi gönderdiler. O elçi 'Ben fakirlerin sana gönderilen elçisiyim!' dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber 'Sana ve yanlarından geldiğin kimselere merhaba! Onlar öyle bir kavimdir ki ben onları severim' dedi. Elçi 'Ey Allah'ın Rasûlü! Zenginler hayrı tamamen bizden aldılar. Hacca giderler. Bizim buna gücü-müz yetmiyor. Umre yaparlar, bizim ise buna tâkatimiz yok! Hasta oldukları zaman, mallarının fazlasını kendilerine zahire edinirler' dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:

Benden fakirlere tebliğ et! Muhakkak sizden sabreden ve ec-rini Allah'tan isteyen bir kimse için zenginlerde olmayan üç nimet vardır. Birincisi; cennette birtakım köşkler vardır. Yeryüzündeki insanların, gökteki yıldızlara baktıkları gibi, cennet ehli onlara bakarlar. Oraya ancak fakir bir peygamber, fakir bir şehid veya fakir bir mü'min girer. İkincisi; fakirler zenginlerden yarım gün önce cennete girerler. O yarım gün de beş yüz senelik bir zamandır. Üçüncüsü; zengin 'Sübhânallahi velhamdü lillâhi ve lâ ilâhe illâllahü vallahü ekber' (Allah'ı tenzih ederim. Hamd Allah'a mahsustur. O'ndan başka mâbud yoktur ve Allah herşeyden yücedir) dediğinde fakir de onun gibi derse, zengin bu hususta fakire yetişemez, velev ki bu hususta onbin dirhem harcasın. İyiliklerin hepsi de böyledir.

Bunun üzerine, fakirlerin elçisi yanlarına dönüp Hz. Peygamber'in söylediklerini kendilerine haber verdi. Onlar da 'Biz razı olduk, razı olduk' dediler.42

Bu hadîs Hz. Peygamber'in 'O, Allah'ın fazlıdır. Dilediği kuluna verir' sözünün, zikirlerinden ötürü fakirlere fazladan verilen sevapların Allah'ın fazlı mânâsına olduğuna delâlet eder.

Hz. Peygamber'in 'Muhakkak ki zenginler hakkın sıfatıdır' sözüne gelince, meşâyihten biri şöyle demiştir: 'Allah'ın sebeplerle ve geçici servetlerle zengin olduğunu mu sanıyorsun?' Bunun üze-rine itiraz eden susup konuşmadı. Başkaları da bu hadîs hakkında şöyle dediler: 'Kibir Allah'ın sıfatlarındandır. O halde tevazudan daha üstün olması uygun olur!'
Sonra şöyle dediler: 'Bu cümle fakirliğin daha üstün olduğuna delâlet eder. Çünkü kulluğun sıfatları kul için daha üstündür. Korku ve ümit gibi...

Rubûbiyet sıfatlarında ise, hiçbir kulun Allah ile münâzaa etmesi uygun değildir'.

Allah Teâlâ bir hadîs-i kudsî'de şöyle buyurmuştur:
Büyüklük benim ridamdır. Azamet benim izarımdır. Kim bu hususta benimle cedelleşirse onun belini kırarım.

Sehl et-Tüsterî şöyle demiştir: İzzetin ve bekanın sevgisi, rubûbiyette ortaklıktır ve bu hususta Allah ile cedelleşmektir. Çünkü bunların ikisi de Allah Teâlâ'nın sıfatlarındandır'.
Zenginlik ve fakirliğin fazileti hakkında bu tür şeyler söylediler. Sözün kısası, te'vil kabul eden umumî hükümlere, biri diğerini nakzetmesi uzak olmayan kusurlu kelimelere bağlıdır; zira nasıl ki zenginliği Hakkın sıfatı olmak hasebiyle üstün gören bir kimse-nin sözü tekebbürle tenkid ediliyorsa, aynen onun gibi zenginliği kulun vasfı olduğu için kötüleyen bir kimsenin sözü de ilim ve marifetle tenkid ediliyor. Çünkü ilim ve marifet Allah'ın sıfatıdır.

Cehalet ve gaflet ise, kulun sıfatıdır. Oysa hiçbir kimsenin gafleti ilimden üstün tutmaya yetkisi yoktur. Bu bakımdan burada Sabır Kitabı'nda zikrettiğimiz için değil, başka şeyler için kastolunan şey, maksuduna izafe edilmeye lâyıktır; zira onunla fazileti belirir. Dünyanın bizzat kendisi mahzurlu değildir. Fakat Allah'a varmaktan alıkoyduğu için mahzurludur! Fakirlik de bizzat kendisi için matlûb değildir. Fakat onun içinde Allah'tan alıkoyan birşey olmadığı için kastolunur. Nice zengin vardır ki zenginlik kendisini Allah'tan meşgul etmiştir. Mesela Süleyman (a.s), Hz. Osman ve Abdurrahman b. Avf gibiler...

Nice fakir vardır ki fakirlik onu meşgul edip hedeften uzaklaştırmıştır. Dünyada maksadın en yücesi, Allah'ın sevgisi ve O'nunla ünsiyet kurmaktır. Bu da ancak Allah'ı bildikten sonra olur. Oysa meşgul edenlerle beraber Allah'ın yolunu öğrenmek mümkün değildir. Fakirlik de bazen insanı Allah'tan meşgul eder. Tıpkı zenginliğin bazen meşgul ettiği gibi... Ancak hakîkatte meşgul eden dünya sevgisidir; zira dünya ile beraber Allah'ın sevgisi bir kalpte toplanmaz. Birşeyi seven onunla meşguldür; ister ayrılığında, ister kavuşmasında olsun! Bazen ayrılıktaki meşguliyet daha fazla olur ve bazen de kavuşmadaki meşguliyet daha fazla olur.

Dünya ise, gafillerin mâşukasıdır. Ondan mahrum olan onun talebiyle meşguldür. Ona gücü yeten onu korumak ve lezzet almakla meşguldür. Bu bakımdan durum böyle iken mal sevgisinden kalbi uzak olan iki kişi olsa, ikisinin yanında da mal su gibi olur. Yanında mal bulu-nan ile bulunmayan eşittir; zira ikisi de ancak ihtiyacı kadar ondan lezzetlenir. İhtiyaç kadarının varlığı, yokluğundan daha üstündür; zira aç bir kimse mârifet yolunu değil, ölüm yolunu izler. Eğer işi en büyüğü itibariyle ele alırsan fakir tehlikeden daha uzaktır; zira zenginliğin fitnesi, fakirliğin fitnesinden daha şiddetlidir. Gücün yetmemesi de ismet (korunma) sıfatındandır. Bu sırra binaen ashab-ı kiram şöyle demiştir: 'Biz fakirlik fitnesiyle belâlandırıldık, sabrettik. Zenginlik fitnesiyle belâlandırıldık, sabredemedik'. Bu durum, bütün insanların tabiatıdır. Ancak birçok asırda bile pek nadir bulunan kimse müstesnadır. Şeriatın hitabı, o nadir kimseye değil, bütün insanlara olduğu için, fakirlik de o nadir kimse hariç, bütün insanlar için daha elverişli olduğundan, şeriat aşırı zenginlikten sakındırıp onu kötülemiş, fakirliği de üstün kılıp övmüştür. Hatta Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: 'Ehl-i dünyanın mallarına bakmayın; zira onların mallarının parlaklığı, imanınızın nûrunu götürür'.
Âlimlerden biri şöyle demiştir: 'Malların evrilip çevrilmesi imanın tadını emer'.

Her ümmetin tapmak için bir buzağısı vardır. Bu ümmetin buzağısı ise, altın ile gümüştür.43
Hz. Musa'nın kavminin buzağısının esası da altın ve gümüşten yapılmıştı. Mal ile suyun, altın ile taşın eşit olması, an-cak peygamberler (a.s) ve velî kullar için düşünülebilir. Sonra bunu müteakip, onlar için, uzun mücâhedenin yüzü suyu hürmetine Allah'ın fazileti tamamlanır; zira Allah'ın yüce peygamberi (s.a) dünyaya şöyle hitab etmektedir:

Benden uzaklaş, benden uzaklaş!44 Zira dünya Hz. Peygamber'e süslerine bürünerek görünürdü.
Hz. Ali şöyle derdi: 'Ey altın! Benden başkasını kandır! Ey gümüş! Benden başkasını kandır'.45

Bu sözü, nefsinde paraya kanma emaresinin belirdiğini hissettiğinden dolayı söyledi. Eğer rabbinin delilini görmeseydi onunla aldanabilirdi. Rabbinin delili de mutlak zenginliktir; zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Zenginlik fazla maldan ileri gelmez. Zenginlik ancak gönül zenginliğidir.46

Bu durumun tahakkuku uzak olduğu için bütün insanlar için en yararlısı sadaka verseler, hayırlara sarfetseler bile fazla malın olmamasıdır. Çünkü halk, mala kudretleri olduğu zaman dünya ile yakınlık kurmaktan ve zevk almaktan ayrılamazlar. Onu vermekteki rahatı hissetmekten ayrılamazlar. Bütün bunlar beraberinde dünyaya bağlanmayı getirir. Kul dünyaya ne kadar bağlanırsa, o nisbette ahiretten ürker. Allah'ın mârifeti olan sıfatın dışındaki diğer sıfatlarından herhangi birine ne kadar ünsiyet verirse, o nisbette Allah'tan ve sevgisinden uzaklaşır! Dünyaya bağlanmanın sebepleri kesildiği zaman, kalp dünyadan ve onun süsünden uzaklaşır. Kalp Allah'ın gayrısından uzaklaştığı zaman, Allah'a iman ettiği için, şüphesiz ki Allah'a yönelir; zira boş olan bir kalp düşünülemez. Varlıkta da Allah ve gayrısından başkası yoktur. Bu bakımdan başkasına yönelen Allah'tan, Allah'a yönelen de başkasından uzaklaşır. Kişinin iki-sinden birine yönelmesi, diğerinden uzaklaşması nisbetindedir. Birine yaklaşması diğerinden uzaklaşması oranındadır.

İkisinin misali,doğu ile batının misali gibidir. Zira onlar iki cihettirler. Onların arasında gezen bir insan birine yaklaştığı nisbette ötekinden uzaklaşır. Birine yaklaşmak diğerinden uzaklaşmanın ta kendisidir. Bu bakımdan dünya sevgisinin aynısı, Allah'ın buğzunun aynısıdır. O halde arif kimsenin, dünyadan uzaklaşması veya dünyaya bağlanması hususunda dikkat edeceği yer kalbi olmalıdır.

Durum böyle olunca fakir ve zenginin fazileti sadece kalplerinin mal ile ilgilenmesi nisbetindedir. Eğer bu hususta eşit olurlarsa dereceleri de eşit olur. Ancak bu nokta gurur ve ayağın kaydığı yerdir. Çünkü zengin kimse çok zaman kalbinin maldan ayrıldığını zanneder. Oysa farkında olmadan kalbi mal sevgisiyle doludur. Ancak bunu, malı kaybettiği zaman hisseder. İşte bu nedenle malı dağıtmak sûretiyle veya malı çalındığında nefsini denemelidir. Eğer nefsinin mala iltifat ettiğini görürse, aldandığını bilmelidir.

Birçok kişi kalbinin cariyesinden ayrıldığını zannettiğinden ötürü cariyesini satmıştır. Fakat daha sonra kalbinde gizlenmiş olan ateş alevlenmiştir. Böylece mağrurluğu açığa çıkar. Ateş külün altında gizli olduğu gibi, aşk da kalpte gizlidir. Bu durum, peygamberler ve velîler hariç bütün zenginlerin durumudur.

Madem ki bu durum muhal ve uzak bir ihtimaldir, öyleyse fakirliğin bütün insanlar için daha elverişli ve üstün olduğunu mutlak bir şekilde hükme bağlayalım. Çünkü fakirin dünya ile ilgisi daha zayıftır. İlgisinin azlığı nisbetinde ibadetlerinin sevabı artar. Çünkü gaye olan dilin hareketi değil, daha önce sözü edilen ünsiyetin perçinleşmesidir. Dilin, anılanın dışında boş olan bir kalpteki ünsiyeti artırmaktaki tesiri, anılanın dışındaki şeylerle meşgul olan bir kalpteki tesiri gibi olmaz. İşte bundan ötürü seleften biri şöyle demiştir: 'Kim dünyayı talep ettiği halde kulluk yaparsa o, çabuk tutuşan sopa ile ateşi söndürmeye çalışan bir kimse gibidir. Elinin kokusunu balıkla gidermeye çalışan bir kimse gibidir'.

Ebu Süleyman ed-Daranî şöyle demiştir: 'Bir fakirin gücünün yetmediği bir nimetin önünde durup derinden bir nefes alması, zenginin bin yıllık ibadetinden daha değerlidir'.

Dahhak'tan47 şöyle rivayet ediliyor: 'Kim çarşıya girip iştahı çektiği bir şeyi görürse ve sabredip ecrini Allah'tan isterse bu durum, Allah yolunda infak ettiği bin dinardan daha hayırlıdır'.

Bir kişi Bişr b. Haris'e 'Benim için Allah'a dua et! Çoluk çocuk beni pek sıkıntıya düşürdüler' deyince, Bişr şöyle dedi: "Ailen sana 'Evde ne un var, ne ekmek' dedikleri zaman sen bana dua et. Çünkü o zaman senin duan benim duamdan daha makbul olur".

Bişr şöyle diyordu: 'İbâdet eden zenginin misali, mezbelelik üzerindeki bahçenin misali gibidir. İbâdet eden fakirin misali ise, güzel bir kadının boynundaki gerdanlığın misali gibidir'.

Selef, zenginlerinden mârifet ilmini dinlemeyi kerih görürlerdi. Nitekim Ebubekir Sıddîk (r.a) 'Ey Allahım! Senden nefsimden gelen adaletin yanında yumuşaklığı, kolaylığı ve zarurî ihtiyacı geçen malın miktarında da zâhidliği talep ediyorum'.

Hz. Ebubekir gibi biri, halinin kemâline rağmen, dünyadan ve dünyanın varlığından bu kadar sakınırsa, acaba 'Malın fazlasının olmaması, olmasından daha elverişlidir' hükmünde şüpheye düşen bir kimse nasıl olur? Bu durumla beraber, zenginin en güzel hali, helâlinden kazanmak, candan infak etmektir. Buna rağmen kıyamet arasatında onun hesabı uzar ve bekler. Oysa hesapta münakaşaya tutulan azap görür.

Bu sırra binaen Abdurrahman b. Avf (r.a) cennetten gecikmiştir; zirâ Hz. Peygamber'in gördüğü gibi hesapla meşgul olmuştur.

Ebu Derdâ (r.a) şöyle demiştir: 'Mescidin kapısında beni na-mazdan, zikirden alıkoymayan ve hergün elli altın kâr edip Allah yolunda harcayacağım bir dükkânım olmasını istemezdim'.
'Sen neden böyle bir dükkânın olmasından kaçınıyorsun?' denildiğinde, şöyle demiştir Hesabın zorluğundan ötürü istemiyorum'.

Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: 'Fakirler üç şeyi tercih ettiler, zenginler de üç şeyi tercih ettiler. Fakirler nefsin rahatını, kalbin boşalmasını ve hesabın hafifliğini tercih ettiler. Zenginler nefsin zorluk çekmesini, kalbin meşguliyetini ve azabın şiddetini tercih ettiler!'

İbn Atâ'nın 'Zenginlik Allah'ın vasfıdır ve dolayısıyla fakirlikten daha üstündür' sözüne gelince, bu hüküm yerinde bir hükümdür. Fakat kul malın hem varlığından, hem de yokluğundan müstağni olduğu zaman, durum böyledir; yani malın varlığı ve yokluğu kişi için eşit ise, İbn Atâ'nm hükmü doğru olur. Ama malın varlığıyla zengin ve devam etmesine muhtaç olursa, bu tür zenginlik Allah'ın zenginliğine benzemez. Çünkü Allah Teâlâ bizâtihî zengindir. Gitmesi düşünülen şeylerle zengin değildir. Malın ise, çalınmak sûretiyle gitmesi düşünülebilir. İbn Atâ'nın aleyhinde ileri sürülen delil şudur ki Allah Teâlâ'nın zenginliği geçici şeyler ve sebeplerle değildir. Bu delil de malın daimî kalmasını isteyen bir zenginin aleyhinde sıhhatli bir delildir. 'Allah Teâlâ'nın sıfatları kula lâyık değildir' diyen hükme gelince bu hüküm, sıhhatli bir hüküm değildir. Aksine ilim Allah'ın sıfatlarındandır. Kul için en üstün bir sıfattır. Kulun en son varacağı nokta Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanmasıdır.

Şeyhin biri şöyle diyordu: 'Allah'a giden yolun yolcusu, yolu kat'etmeden önce, Allah'ın doksan dokuz ismi onun için sıfatlar olur; yani o isimlerin her birinden payı olur'.
Kibirlenmeye gelince, bu kula lâyık değildir; zira kendisine karşı kibirlenmeye müstehak olmayana karşı kibirlenmek Allah'ın sıfatlarından değildir. Müstehak olana karşı böbürlenmek ise, mü'minin kâfire karşı, âlimin cahile, itaat edenin âsiye karşı kibirlenmesi gibi, bu O'na lâyıktır. Evet! Bazen tekebbürden ahmaklık, katılık ve başkasına eziyet vermek kastolunur. Bu ise, Allah Teâlâ'nın vasfı değildir. Allah Teâlâ'nın vasfı her şeyden daha büyük olması ve bunun böyle olduğunu bilmesidir. Kul ise, eğer gücü yetiyorsa, mertebelerin en yücesini aramakla mükellef kılınmıştır. Fakat hakkı olduğu gibi istihkakla ancak bu mertebeye varır. Bâtıl ve kandırıcı yollarla değil! Bu bakımdan mü'minin kâfirden, itaat edenin âsiden, âlimin cahilden, insanın hayvan, cemad ve bitkiden daha yüce ve Allah'a daha yakın olduğunu bilmek kulun vazifesidir. Eğer kul nefsini şüphesiz bir şekilde bu sıfatla muttasıf olarak görürse, tekebbür sıfatı kul için hâsıl olmuştur ve bu sıfat kula uygundur. Aynı zamanda da hakkında faziletlidir.

Ancak bunun mârifetine kulun yolu yoktur; zira bu, son nefesi iman ile kapatmaya mütevakkıf bir hükümdür. Kul ise, son nefesinin nasıl kapanacağını bilmemektedir. İşte bunu bilmediği için nefsine kâfirin rütbesinden daha üstün bir rütbe vermemelidir; zira kâfirin son nefesini imanla ve kendisinin de küfürle vermesi mümkündür. Bu bakımdan, neticeyi bilmediği için, kibirlenmek kulun şanına yakışmaz. Şeyin olduğu gibi bilinmesi düşünüldüğü
için, ilim, kişinin hakkında kemâldir. Çünkü Allah'ın sıfatlarındandır. Bazı şeylerin bilinmesi, bazen zarar verdiği için, bu bilgi de kişide bulunması düşünülen sıfatlarındandır. Madem durum budur, şüphe yok ki bu, faziletin en son noktasıdır ve bununla
enbiya, evliya ve ulema üstünlük elde etmişlerdir. Madem ki durum budur, eğer kişinin nezdinde malın varlığı ile yokluğu eşitse, işte bu eşitlik, bir yönden, Allah Teâlâ'nın sıfatı olan zenginliğe benzeyen zenginliktendir. Bu bakımdan fazilettir. Malın
varlığı ile zenginliğe gelince, bunda bir fazilet düşünülemez. İşte buraya kadar bahsettiğimiz, kanaat eden fakirin şükreden zenginin haline göre durumunu beyan etmektir.

İkinci makam, haris olan fakirin halini, haris zenginin haline nisbet etmek hakkındadır. Farzedelim ki bir şahıs mal talep ediyor. Elde etmek için yoğun çaba sarfediyor ve malı kaybediyor. Sonra buluyor. Onun için malın kayıp olma hali de, var olma hali de vardır. Acaba bu kişinin bu iki halinden hangisi daha üstündür? Bu durumda şuna dikkat etmek gerekir: Eğer gayesi, yaşamak için yemek, din yolunda yürümek ve o maldan bu hususta faydalan-mak ise, bu kişi için mal sahibi olması daha faziletlidir. Çünkü fakirlik, kendisini mal kazanmakla meşgul eder! Geçim sıkıntısı çeken bir kimsenin tefekkür etmeye, zikretmeye gücü yetmez. Ancak meşguliyete rağmen yeterli malı bunlara güç yetiren başka! Bu sırra binaen Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ey Allahım! Muhammed'in âlinin nafakasını yetecek kadar kıl!
Fakirlik neredeyse küfür olacaktı! Yani zarurî ihtiyaçla beraber olan fakirlik...

Eğer istenilen, ihtiyaçtan fazla veyahut ihtiyaç miktarı ise, fakat gaye onunla din yolunda yürümeye yardım etmek değilse, bu durumda fakirlik hali daha üstün ve daha elverişlidir. Çünkü harislik ve mal sevgisinde eşit oldukları gibi, din yoluna yardım etmek hususunda, fakirlik ve zenginlik sebebiyle herhangi bir mâsiyete teşebbüs etmemek hususunda da eşittirler. Fakat şu hususta ayrılırlar: Mal bulan, edindiği mala ünsiyet eder, o malın sevgisi kalbinde yerleşir, dün-yaya bel bağlar! Muhtaç olan fakir ise, kalbi dünyadan uzaklaşır, dünya onun yanında kendisinden kurtulmak istenilen bir hapishane gibi olur. Bütün haller müsavi olup da dünyadan iki kişi ayrıldığı takdirde onların hali şüphesiz daha korku vericidir; zira onun kalbi dünyaya iltifat eder, ahiretten ürker. Tabiîdir ki bu ürkme, dünyaya olan sevgisi nisbetindedir. Oysa Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Rûh'ul-Kudüs (Cebrail) kalbime şöyle ilham etti: 'Sev sevebildiğini! Muhakkak ondan ayrılacaksın!'

Hz. Peygamber'in bu hadîsi, sevgiliden ayrılmanın çok zor olduğuna dikkati çekmektedir. Bu bakımdan senin için en uygunu senden ayrılmayacak olanı sevmendir. O da Allah Teâlâ'dır. Senden ayrılacak olan dünyayı sevmemendir. Sen dünyayı sevdiğin zaman, Allah ile mülâki olmaktan ikrah edersin. Dolayısıyla ölümle Allah'ın huzuruna varışın, istemediğin bir yere varmak ve sevdiğinden ayrılmak olur. Kim sevdiğinden ayrılırsa, ayrılıktaki eziyeti, onu sevdiği ve ona bağlandığı nisbette olur. Dünyayı elde eden ve dünyaya güç yetirenin dünya ile bağlantısı, dünyayı kaybedenin dünya ile bağlantısından daha fazladır. İsterse fakir insan dünya hakkında harîs olsun yine de zengin kadar dünyaya bağlı olmaz. Bu tedkik ve tahkik neticesinde anlaşıldı ki fakirlik daha şerefli, daha üstün ve iki yer müstesna bütün insanlar için daha elverişlidir. O istisna edilen yerlerin biri, Hz. Âişe'nin zenginliği gibi bir zenginliktir. Böyle bir zenginin yanında varlık ile yokluk eşittir. Hatta varlık böylelerinin derecelerini artırır; zira varlıktan ötürü fakir ve miskinlerin duasını kazanır. Onların bozuk durumlarının düzelmesine vesile olur.

İkincisi ise, zaruret miktarından daha fakir olmaktır; zira bu şekildeki fakirlik, neredeyse küfre sebep olacak kadar tehlikeli bir fakirliktir. Böyle bir fakirlikte hiçbir şekilde hayır yoktur. Ancak onun varlığı hayatını idame ettirip sonra mal ve hayatıyla küfür ve masiyete yardım ediyorsa durum değişir. Eğer aç olarak ölürse, günahları daha az olur. Bu bakımdan bu durumda, onun için en iyisi, aç olarak ölmesi ve muhtaç olduğu nafakayı bile elde edememesidir. İşte buraya kadar söylediğimiz, zenginlik ve fakirlik hakkındaki hükmün tafsilâtıydı. Şimdilik haris, mal talebine alabildiğine dalmış, maldan başka bir hedefi olmayan bir fakir ile malı korumak hususunda o fakirden daha az haris olan ve malın yokluğu ile eğer malı kaybederse fakirin fakirliğinden ötürü duyduğu üzüntü kadar bir üzüntü duymayan bir zengin hakkındaki hükmü tedkik etmek meselesi kaldı.

İşte burada dikkatli olmak gerekir. En açık fetva bu iki şahsiyetin de Allah'tan uzaklığı, malın yokluğundan dolayı duydukları üzüntüleri nisbetindedir. Allah'a yakınlıkları ise, malı kaybetmekten dolayı duydukları üzüntünün zâfiyeti nisbetindedir. Bu husustaki ilim Allah'ın katındadır.





42) Irâkî, bu siyak ile görmediğini, fakat bu mânâda İbn Mâce'nin İbn Ömer'den bir hadîs rivayet ettiğini söylemiştir.
43) Deylemî, Müsned'ü1 Firdevs
44) Hâkim
45) İmam Ahmed, Zühd
46) Müslim, Buhârî
47) Dahhak b, Müzahim el-Hilalî, meşhur müfessirlerdendir, Hicretin 100, senesinden sonra vefat etmiştir