EL EMEĞİ İLE KAZANILAN BAŞARILAR

Hayatını devam ettirmek için gıda maddelerine ve giyeceğe muhtaç bulunan ve ihtiyaçlarını elde etmek için gayret sarfetmek zorunda olan insan; çalışmayı ihmâl ederek halkın sırtına yük olmamalı, rızkını temin ederken dine aykırı bir yola saparak şerefini ayak altına atmamalı ve halkın yanındaki itibarını aşındırmamalıdır. Çünkü yiyip içme, her ne kadar zarurî ise de, hayatın gayesi değildir. Ulvî bir gayeyi basil bir vasıtaya feda etmek, insanlık derecesinden sukut etmeye sebep olur.

Rızkını tahsil edeyim derken ter döken, ahiret hayatında göz yaşı dökmekten emin olur. Güneş karşısında didinerek tarlasını eken ve zorlukları göğüsleyip harmanını toplayan bir insan, halka yüz suyu dökme zilletinden
kurtulur. "Yorulmadan yaşama" hevesine kendini kaptıran ve halkın sırtına yük olan kimse, zelil bir hayatın takipçisi hâline gelir. "Hiçbir şahıs, elinin kazancından daha hayırlı bir taam yememiştir. Davud aleyhisselâm da elinin emeğinden (kazandığı rızkı) yerdi" (2).

Faziletli bir yolun rehberi bulunan peygamberler, Allah'tan başkasına arz-ı hâcet etmeden yaşamayı hayatlarının değişmez prensibi haline getirmişlerdi. Onların izi üzerinde yürüyen İslâm âlimleri, zamanla-rının bir kısmını aile fertlerinin nafakasını kazanmaya tahsis etmişler ve hiçbir kimseye yük olmadan hizmet etmeyi şiar edinmişlerdi. Muhterem eslâfımız, "uhrevî sevabımda azalma olur" endişesi ile, resmi bir makamdan maaş talebinde bulunmadan ilmin yayılmasına ve insanla-rın irşadına çalışmışlardır.

"Nûr-ı Nübüvvet Mektebi"nin ilk müderrisleri bulunan ashâb-ı suf-fe, umumun istifadesine tahsis olunmuş bulunan dağlardan odun veya çalı toplayarak sırtında şehre getirirler, ihtiyacı olanlara satarak günlük nafakalarını temin ederlerdi. İslâm'a ve insanlara hizmeti birinci planda tutan bu muhterem sahabîler, akrebin kıskacında yaşama mücadelesi veren bir canlının çırpınışı gibi, ölmeyecek kadar bir rızıkla yetinip, ölümsüz hayatın saadetlerini kazanmaya gayret ederlerdi.
"Haysiyetini zedelemeden hizmet etme" anlayışı içinde hareket eden, hiçbir ferde el açmadan maişetini temine çalışan, kayaları parçalayıp inşaat yapacaklara satan, eline aldığı çapa veya kürekle güneş karşısında çalışarak nafakasını kazanan bir işçinin sarfettiği mesai övülmeye ve nasırlı elleri öpülmeye lâyıktır. Veren elin üstünlüğü, ikramda bulunduğu paranın çokluğu ile değil, kazandığını alın teri ile ve helâl olarak elde etmesine bağlıdır.

Halkın yapacağı ihsan ile geçinme hevesinin zebunu olan bir şahıs, kendisinden iyilik gördüğü kimsenin kölesi durumuna düşer. Şayet iyilik gördüğü şahsa teşekkürü ihmal etse "nankörlük" ile suçlanır. El etek öperek karın doyurmaya heveslense şerefini ayağa düşürmüş olur. Zorlanmayı, horlanmaya tercih eden ve alın teri ile kazandığı ka-tıksız lokmayı, başkasının ikram edeceği yağlı ballı yiyeceklerden üstün tutan kimse, yüz aklığı ve vicdan rahatlığı ile yaşamayı başarmış olur.
Alın teri ile kazanılan nafakanın değerini açıklayan bir hadis-i şerite şöyle buyurulmaktadır: "Birinizin, ipini (yanma) alıp sırtında bir kucak odun getirerek onu satması ve Allah'ın o kimsenin yüzünü (dilencilikten) engellemesi, halktan isteyerek geçin)mekten hayırlıdır. (Talep ettiği şeyi) versinler veya engellesinler (hüküm aynıdır)" (3).

Çaresizlik halinde tecviz edilen ve bir yönden zilleti temsil eden sadaka alma, alışkanlığından kurtulup ikramda bulunan ve Resul-i Ekrem (s.a.v.) tarafından "en yüce el" diye övülen bir el'e ve hayırlı mala mâlik olmayı arzu eden müslümanlar; tarla, bağ ve bahçe gibi arazisine gidip toprakla mücadele etmeli ve gelişen teknolojiden faydalanarak memleketimizin ihtiyacı bulunan gıda ve endüstri maddelerini yetiştirmeli ve yurdumuzun kalkınmasında kedisine düşen vazifeyi tam olarak yapmalıdır. El birliği ve gönül ittifakı yapan fertler, memleket ve milletinin terakkisinde maya teşkil edecek müsbet bir hizmet başarmış olurlar.

Devamlı ve verimli bir çalışma, hem çalışan şahsın hem de necip milletimizin itibarını yükseltir. Usulüne uygun olarak çalışan ve bu disipline alışan kimseler, her sahada muvaffak olur ve yabancı milletlerin hâkim olduğu borsalarda itibar kazanırlar. İlmî ölçülere uyarak çalış-mayı iktisadî hayatın değişmez prensibi haline getiren müslümanlar, çeşitli sanat dallarında ehliyetlerini isbata ve teknoloji sahasındaki üstünlüğünü ibraza muvaffak olurlar. Bir zamanlar iğneden ipliğe kadar dışardan ithal ettiğimizi düşünecek olursak, kat ettiğimiz mesafenin büyüklüğünü anlamış ve daha büyük başarılar elde etmeye muktedir olabileceğimizi kavramış oluruz.

Geçmiş zamanla gelecek arasında fikrî bir bağlantı kuran, çalışkan ve maharetli toplumlar; sermaye ile el emeğini birleştirip şirketle-şerek muasır milletlerin terakkisine ayak uydurmuş ve memleketinin her sahada yükselmesine katkıda bulunmuşlardır. Çalışmasını ferdîlik sınırları içerisine hapsetmiş olanlar, başarının keyfiyet ve kemmiyet yönünü kahkarî bir hareket zemini üzerine oturtmuş olurlar.

İki günün birbirine müsavi olmasını zarar olarak kabul eden ve başkasının sırtından geçinmeyi "tufeylilik" olarak tavsif eden bir müslüman, yüz aklığı ve el emeği ile nafakasını kazanmayı ideal haline getirmelidir. Ekmeğini emeği ile kazanmanın iki cihada saadete vesile olacağını bilen bir insan, terakkiyi engelleyen âmilleri aşarak, müreffeh, bir hayata ve şerefli bir istikbale ulaşır. Çalışmaya kudretli olduğu hâlde atâleti ihtiyar eden bir şahıs, dostunun yüz karası ve düşmanının eğlencesi olur.

Çalışan bir müslümanın avuçları içindeki nasırlar, savaş meyda-nında şecaat gösteren kahramanlara takılan "şeref nişanı" kadar değerlidir. Bu eller ve sarf ettiği emekler, millet ve memleketimizin yük-selmesinde büyük bir fayda sağladığı için, dua maksadı ile semaya doğru kalktığı zaman, Rabbimizin ihsanına nail olur. Aziz milletimiz, tarihe şan veren sayfaları çalışkan insanların alınlarında toplanan terler ile ve nasırlı ellerle yazdırmıştır. Atâlet ve rehaveti terk edip, feragat ve mahareti benimseyen insanlar; yaşarken şükranla, ebedî hayata göçtüğünde gufranla anılmayı hak etmiş olurlar.

Milletimizi yüceltme hevesi ve tarih felsefesi ile hareket edecek olursak, el emeği ve ilmî metodlarla memleketimizi kalkındırma gayreti sarf edersek, mâzide yükseldiğimiz terakki seviyesine tekrar ulaşacağımızda aslâ şüphemiz yoktur. Hayâl sanılan arzuların hakikat hâline geldiğini görmek isteyen şuurlu mü'minler, asrımızın teknik gelişmelerini dikkate alarak, feragatla çalışmalı ve azminin önünde baş eğen ba-şarıların semeresini dermelidir. Akl-ı selime ve ilmî esaslara dayalı bu-lunan çalışmalar, her zaman ve her yerde, "Başarının altın anahtarı" olmuştur. Sözlerimi M.

Âkif Bey'in bir beyti ile noktamak isterim:
"Allah'a güven, sa'ye sarıl, hikmete râm ol;
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol."

(2) Buhârî, c. 3, s. 9.
(3) Buhârî, c. 2, s. 129.