AHLAKİ DUYGULARDA ATALET

Bundan evvelki fasıllarda izah ettik ki, yeni nazariye ve prensiplerin yayılması neticesinde açıkça müşahede edilen husus, halkın ahlâkî duygularının felce uğramış olması halidir. Zira utanma, ar ve hayâ, gayret, hamiyet gibi güzel vasıflar halk arasında gün geçtikçe itibarını kaybetmiştir. Nikâh mües­sesesi ile sefâhet âlemleri arasındaki azametli fark gönüllerden silinmiş, fuhuş gibi, bayağı ve iğrenç fiiller mübâh hadiselerden sayılmış, mâsumâne bir kisveye büründürülmüştür. Bunların ayıplanacak bir tarafı kalmamıştır. Yani "zina", suç niteliğini kaybetti. Böyle olunca da gizlenmesine lüzum kalmadı, alenileşti.

Ondokuzuncu asrın ortasından bu yana, Fransa'daki umumî ahlâk prensiplerinde vukua gelen değişmelere göre, erkekler gibi, kadınların da zina hayatı yaşamaları olağan fiillerden sa­yıldı. Affedersiniz, "deyyusluk" moda haline geldi. Ana ve ba­balar, öz kızlarının, başıboş bir hayat sürmesine, istediği erkek­le yatıp kalkmasına "zührevî hastalıklara yakalanmamak ve adlî mercilere düşmemek şartiyle" göz.yumdu. Hatta bu hayata seve seve razı oldular. Dahası var:

Bu delikanlı, veya bâkire kız, faaliyeti neticesinde üstelik eve para da getirebiliyorsa enfes birşey... Çünkü bir kadınla her­hangi bir erkeğin nikâhsız olarak yatıp kalkması, ar ve haya duygularını rahatsız edecek veya ayıplanacak birşey değildir.




jigololuk sanaf haline geldi. Hatta ana ve babalar, öz çocukla­rını, servet sahibi herhangi bir kadınla, fakat yaşlı yahut çirkin veya dengi olmayan bir kadınla münasebet kurmaya bizzat teş­vik ettiler. Bu yolda istikbalini kazanmasına razı oldular.

Fakat kadın mevzu bahis olunca, medenî (!) düşünce henüz bu seviyeye gelmemişti. Şimdilik bu hususta daha başka türlü düşünülmekteydi. Zira kadın için iffet ve nâmus mefhumları henüz ayaktaydı. Erkek çocuklarını başıboşluğa, jigololuğa teş­vik eden ana ve babalar, öz kızları bahis mevzuu olunca aynı şekilde düşünmemekteydi. Ve kızlarının eteğine leke sürülmesi­ne gönülleri razı değildi. Uygunsuz kadınların arkasından koşan bir erkeğin bu türlü hareketleri pek o kadar kötü karşılan­mıyordu. Fakat kadına gelince, doğrusu iş değişiyordu. Böyle bir hareket, kadın için, düşüklük alâmetiydi. Bu kanaat devam ediyordu. Fahişeler, kiralık kadınlar hâlâ ayıplanmaktaydı. Fakat onlarla görüşen, düşüp kalkan erkekler için durum böyle miydi ya? Erkekler olunca mesele değişiyordu. Onun yaptıkları "ayıp" değildi. Görülüyor ki, evlilik bahsinde erkekle kadın ara­sında eşitlik veya müsavat yoktu. Kadın, kocasının yaptıklarına göz yumabiliyordu. Ancak aynı fiiller kadından gelince, onun kötü yollara sapmasına, yabancı erkeklerle düşüp kalkmasına, münasebet kurmasına tahammül edilmemekteydi. Nihayet yir­minci asrın başına gelindi. Medeniyet daha ziyade ilerledi. Böylece zihniyetler de değişmeye başladı. Kadın hürriyeti ile il­gili bahisler etrafında gürültüler kopuyordu. Bu defa hukukî eşit­likten başka, kadınla erkeğin, bir de ahlâk bakımından müsavi olacağı ileri sürülüyordu. Borazan tılsımlı sesler çıkarmaya baş­lamıştı. Bunun tesiri de görülmedi değil... Bu sefer halk, kadınla­rına erkekler gibi hareket etmesine göz yummaya başladı. Gay­riresmî fuhuş rezaletleri ayıp sayılmaktan çıkmıştı. Artık bir kadının, nikâhsız olarak müteaddit erkeklerle düşüp kalkması ne namus mefhumuna aykırı sayıldı ve ne de şeref ve haysiyet­lerin bundan zarar göreceği şeklindeki kanaata itibar edilir oldu.




M. Paul Bureau şöyle yazar:
"Şimdi Fransa'nın yalnız büyük şehirlerinde değil, hatta ka­saba ve köylerinde de genç erkeklerin düşüncesi şudur:
"Mademki biz, bizzat ahlâk kaidelerine, riayet etmemekte­yiz, namuslu ve iffetli insanlardan değiliz, o halde, nasıl olur da bu gibi kıymetlerin kadınlarda bulunmasını isteyebiliriz? Her türlü bayağılığı mübâh gören erkeklerin, evlenecekleri kadınlar­da 'bekâret' aramaya kalkması haksızlık değil midir?
"Brigande Bonne ve diğer yerlerdeki halk arasında yaygın bir kanaat vardır:
"Bir kız, evlenmeden önce ne kadar çok flört etmişse, kıymeti o kadar yüksekti. Evlendikten sonra da, flörtleriyle geçirdiği ma­ceraları gizlemesine asla ihtiyaç yoktur. En yakın akrabaları bile, aşağının bayağısı bir hayatı tercih etmesine, her ne şekilde olursa olsun, asla müdahale etmez ve bu yaşayış tarzını kötü görmezdi. Bir kız, hiç çekinmeden flörtleriyle yaşadığı hayatı ballandıra ballandıra anlatabilirdi.
Hemde öyle bir tavırla ki, sanki bu gibi işler bir çocuk oyunudur. Veya kahve içmek kabi­linden alelâde iş-güç meseleleri bahis mevzuudur. Müstakbel damat hazretleri (!) de alacağı kızın hayatı hakkında kimlerden mâlûmât alırdı, bilir misiniz? Gelin hanımın (!) eskiden düşüp kalktığı, vücudunun güzelliklerinden kendilerine bol bol ikram­da bulunduğu dostlarından... Çünkü onlar, elbette ki gelinin hem vücûd inceliklerini, hem de huyunu-suyunu doğrusu en iyi şekilde bilen kimselerdi. Asıl mühim olan mesele bilhassa şudur:
"Acaba damat, gelinin başından geçen eski maceralara ne dereceye kadar müsamaha gösterecek veya itiraz da buluna­caktır?" (S.94).
Müellif anlatmaya devam eder:
"Bu gibi hareketler, Fransa'da, daha ziyade orta derecede okuyup-yazma bilen kimseler arasında yaygındı. Yani evlenme

lüzumunu duyan ve nikâhlanmak isteyenler arasında... Ancak soylu bir aileye mensup olanlar, yahut da iyi tahsil görmüş bu­lunan, bu sebeple herhangi bir müessesede mükemmel bir vazi­feye yerleşen veya yüksek aile kızlarında ise, münasip görülen husus, sosyetede serbestçe erkeklerle düşüp kalkmak, herhangi bir genç adam bulmak ve onunla geçinmek şeklindeydi. Söyle­meye lüzum yoktur ki, bu tipler arasında evlilik ve nikâh gibi muamelelere, elbette ki, lüzum yoktu. İki taraf da nikâhsız yaşa­maya, evlenmeden de birbirleriyle istedikleri gibi geçinip gitme­ye razı olduktan sonra... Gönülleri birbirini çektiği müddetçe bir arada yaşayıp gidebilirler. Birbirlerinden bıkarlarsa veya alışılagelmiş yeknesak lezzetleri değiştirmek isterlerse, o takdir­de, elbette ki, serbestçe ayrılabilir, herkes istediği tarafa gidebi­lirdi. Sosyete mensupları şüphesiz aralarındaki münasebetin i mahiyetini iyice bilir. Bunun ayıp bir tarafı yoktur. Çünkü bu zümreye mensup olanların hepsi böyle... Ne kendileri kimseyi ayıplar, ne de onları ayıplayan bulunur...

"Bu münasebet şekilleri daha evvel fabrikalarda çalışan in­sanlar arasında görülmeye başlamıştı. İlk bakışta son derece ayıp telâkki ediliyordu ve böyle karşılanmıştı. Fakat gitgide yüksek tabakaya mensup olanlar arasında da yayılmaya başladı.
Böylece umumîleşti. Bahsettiğimiz münasebet şekilleri, arzettiğimiz gibi, içtimaî hayatta nikâh yerine geçmiş oldu. Hatta ondan daha da makbul sayıldı." (S.94-96)
İşte metres hayatı bu şekilde gelişmeye başladı ve zamanla muayyen usullere bağlandı. Bilâhare de "meşru" addedildi.
Paris Üniversitesi Hukuk Profesörü M. Barthelemy'nin kaydet­tiğine göre, metresler, ileride nikâhlı hanımların yerini alacak ve kanun nazarında onlarla aynı muameleye tâbi tutulmaları gerekecekti. Hatta bu hususta parlamentoya bir kanun teklifi bile getirilmişti. Hükûmet, bahis mevzuu teklifin muhteviyatını desteklemekteydi. Böylece, bir askerin metresine de, karısı gibi, nafaka bağlandı. Üstelik ölen asker aileleri için tahsis edilen emekli maaşı metresleri de şümulüne aldı.

Fransız ahlâk yasalarına göre zina gibi bir fiil ayıp sayılma-dıktan başka, üstelik bunun ölçü ve hudutları o kadar genişletil­di ki, 1918 yılında bir okulda öğretmenlik yapan bâkire bir hanım, evlenmeden önce hamile kaldı. Maarif Bakanlığının tep­kisi sert oldu. Demek oluyor ki, bu müesseselerde hâlâ eski ka­falı insanlar bulunmaktaydı. Bunun üzerine, ilericilerden müte­şekkil bir heyet, mezkûr bakanlığa giderek aşağıda sıralayacağımız delilleri serdetmek suretiyle, ağırlıklarını hisset­tirdiler ve öğretmenin cezasını hafiflettiler. Deliller şunlardır:

1. Bir insanın hususî hayatına hiç kimse karışamaz.

2. Bu hanım öğretmen, mevcut kanunlara göre, suç işleme­miştir.

3. Nikâhsız anne olmayı Cumhuriyet kanunları yasaklama­mıştır.

Talim esnasında, Fransız erlerine, askerî bilgiler yanında, zührevî hastalıklardan nasıl korunulacağı hususunda da lüzum­lu bilgiler verilmekteydi. Hatta gebeliği önleyici tedbirler hakkın­da da uzun uzun dersler yapılıyordu. Bu tatbikattan şunu anlı­yoruz:

- Demek ki, her Fransız askeri zina ile doğrudan doruya alâkadardır ve bu işi fiilen yapan bir günahkârdır.

3 Mayıs 1919 senesinde, Fransız ordusunun 127. Turnen kumandanı askerlere hitaben şöyle bir tamim yayınlamıştı:

"Topçu birliklerinin askerî umumhanelere fazla tehacüm gös­termesi sebebiyle piyade ve süvarilerin, işlerini zamanında gö­remedikleri vâki şikâyetlerden anlaşılmış bulunmaktadır. İddia edildiğine göre, sözü geçen birlikler, içeri girdikten sonra, kira­ladıkları yeri kolay kolay tahliye etmemektedirler. Böyle bir hal, tabiatiyle, diğer askerlerin istifadesine engel olmak mânâsına gelir. Her ne kadar, Yüksek Kumandanlık, ileride, kadınların sayısını artırıcı tedbirler düşünmekte ise de, bu husus halledilince­ye kadar, topçuların, işlerini bitirir bitirmez kiraladıkları mahalli hemen terketmeleri lüzumunu (vatan ve millet namına (!) ehem­miyetle bildiririz. Çünkü diğer askerlerin de buralardan istifade­ye aynı şekilde hakları vardır. Topçular, ellerini biraz çabuk tut­mak suretiyle, diğerlerine de arzu ve ihtiyaçlarını giderecek fırsatı vermelidir."

Şimdi düşününüz:

Bu bir resmî tamimdir. Ve dünyanın en medenî (!) memleket­lerinden birinin askerî otoriteleri tarafından yayınlanmıştır. Böyle bir tamimin ne mânâya geldiğini uzun uzun anlatmamıza lüzum var mı? Fransa'da, zina fiilinin ahlâksızlık olduğu husu­sunda halkın zihninde en küçük bir ukdenin bulunmadığını bu tamim açıkça ortaya koymuyor mu? Hal böyle olunca, cemiyet, kanun, devlet ve hükûmet, topyekûn idareciler, hülâsa bütün bir millet aklî meleketlerini zina gibi aşağılık bir fiilin iğrenç fecaati­ni göremeyecek, bunu düşünemeyecek kadar kaybetmiş demek­tir.
Fransa'da, Birinci Dünya Savaşından bir müddet önce bazı müessese ve acenteler kurulmuştu. Bunların meşguliyetleri şuydu:
"Herhangi bir kadını, cemiyetin hangi tabakasına mensup olursa olsun, malî durumuna, ahlâkına, hal ve tavrına bakmak­sızın, denenmek üzere, hazırlarlardı. Yine herhangi bir muhte­rem şahsiyet (!), böyle bir hanımla, şayet isterse, denemeyi kabul edebilirdi. Yani iki taraflı bir tecrübe imkânı. Arzu eden, acente veya müesseseye teşrif buyurur ve karşılıklı olarak birbir­lerini deneyebilirdi. Ticarethanenin sahibi, yani "deneme evi"nin muhterem (!) müdiresi, müşterilerine adresi bildirir ve ücret olarak adres başına sadece yirmibeş frank alırdı. Bu para müessesenin devamını sağlamak içindi. Kazanç gayesiyle alın­madığı söylenirdi. Bundan sonra, müessesenin sahibesi, müdire hanım, müşteriye işi pişirir, meselesini halleder, ücretini de ayrıca alırdı. Buna benzer müesseseler Fransa'nın her tarafında halen bol bol mevcuttur. Hükümetten resmen müsaade almışlar­dır. Bu sebeple Fransız cemiyetinde bahis mevzuu evlerin adedi hakkında, hemen hemen gerçeklere çok yakın bir tahminde bu­lunulabilir ve büyük rakamlarla karşılaşırsınız. Çünkü çalışma­lar alenidir, gizli kapaklı değildir. Devlet ve hükûmet otoritesin­den çekinmeye, bu şartlar altında, fabiatiyle lüzum yoktur." (Paul Bureau'nun kitabı, s. 116).
Bu ahlâkî alçalışın neticesi şudur:

Fransa'nın birçok vilâyetlerinde, büyük şehirlerin var oluşla­rında veya civar bölgelerde, en yakın akrabalar arasında bile bu gibi münasebet şekillerini devam ettiren kuruluşlar faaliyetlerini sürdürmektedir. Zira iştigal mevzuu olan alışverişin çirkin ve ayıp bir tarafı kalmamıştı. Meselâ, baba ile kız, kayınvalide ile damat, erkek kardeşle kızkardeşin karı-koca gibi yaşaması umumileşmişti. Ayıp ve çirkin değildi