Ali ile Fatma Boşanırken Neler Oluyor Bize Feryatları

HZ.YUSUF ELİMİZDEN TUTARDI

“Oğlum sen öğrencisin, okuyacaksın.. Daha evlenme çağın gelmedi. Elin kızlarını rahatsız etme.. Hayatlarıyla oynama!” derdi annem, öğrencilik yıllarımda; sık sık elimden tutar, gözlerimin içine bakarak bu uyarıyı yapardı.

Fakat her zaman ebeveynim başımda olamadı; kızlarla başbaşa kaldığım ve yoldan çıka yazdığımız durumlar da oldu; işte böylesi durumlarda Kur’an-ı Kerim’den uzanıp Hz.Yusuf elimden tutardı.. Belli oranda kendimi tuttuğum da bir gerçek..

Kızlarla hep belli bir mesafede, edep sınırları içinde, sevgi ve saygıya dayalı arkadaşlıklarım oldu.. Dolayısıyla kızları hiçbir zaman oyuncak görmedim ve hayatlarıyla oynamadım. Bunda annemin ve babamın uyarıyla yetinmeyip beni takip etmelerinin de payı var.

YA ALİ’YDİK YA DA FATMA

Kızlar karşısında kendimi tutarken veya evlilik konusunda arkadaşlarla tartışırken felsefemi şu birkaç kelimeyle ifade ederdim: “Hz. Fatma ile evlenmek istiyorsan.. Hz.Ali olmalısın.”

Hz.Ali olamamanın bir felaket olduğunu düşünür, ürperirdim. Çünkü Hz.Ali ile Hz.Fatma, biz müslüman gençler için model kişiliklerdi..
Ali, müslüman erkek için ana karakterdi. Fatma da müslüman kızlar için..

Ali ile Fatma.. Ve aşk.. Bizim hikayemiz, Ali ile Fatma aşklarıydı.. Onların kişiliklerini kavrayıp yaşama şekillerini anlayarak yollarından gidince Allah ve Rasulü’nün razı olduğu müslümanlardan olacağımızı ve Allahu Teala’ya yakınlaşacağımızı düşünürdük.

ALİ ARTIK BURJUVA

Aliler ve Fatmalar evlenme vakti gelince bir araya gelip evleniyorlar. Fakir ailelerin fakir çocukları olarak.. Orta halli ailelerin fakir çocukları..
Hayatın zorlukları karşısında mütevazi bir yaşam şekliyle beraberce savaşıyorlar. Fatma genelde evde, ev işleriyle ve çocuk bakımıyla uğraşıyor; Ali, yani erkek ise işte ve ekmek kazanma derdinde.

Ama hayat hep böyle devam etmiyor. Ali şartlar, siyasi konjonktör ya da başka faktörler nedeniyle hayal bile edemeyeceği makamlar elde ediyor, servetlere kavuşuyor.

Fatma evde çocuk büyütürken Ali sosyal hayata dibine kadar giriyor. Ve bingo: O güne kadar asla bilinmeyen, tanınmayan, gazete sayfalarından izlenen bir yaşamın ortasında buluveriyor kendini Ali.

Ali’nin etrafında daha önce kendi aile çevresinde asla göremeyeceği türden kadınlar dolaşmaya başlıyor.

Evdeki eş, yani Fatma yerinde sayarken, Ali sürekli hayatını yeniliyor, gelişiyor, aktifleşiyor. Buna rağmen pek çoğu çok uzun zaman tüm bu olan bitenlere direniyor.

EVDE MÜŞFİK, DIŞARIDA ÇAPKIN

Ali ile Fatma sınıf atlıyorlar ya.. Onlar artık burjuva aile olma yolunda.. İnançları, yetişme biçimleri, çocukları, vicdanları, aile ve özel sosyal çevreleri gibi pek çok faktör yüzünden direniyorlar üstelik.

Ama nafile ve bir noktada direniş kırılıyor. Para, makam, etraftaki dalkavuklar, kendisine güzel sözler söyleyen güzel kadınlar.

Ali sonunda pes ediyor.

Ve onun belki yıkımına giden ikinci yaşamı başlıyor. Evde müşfik bir aile babası, dışarıda hayatına tazelik getiren yepyeni kadın ya da kadınlarla beraber olan mahçup çapkın.
Bakıyorsun Ali takım elbiseli,saçı başı traşlı,burnu havalarda; kibir desen o biçim, ama parmağında gümüş yüzük var, namazlarını da kılar, ama ben ne anladım bu işten biz ehli sünnet bir cemaatsek neden peygamber efendimiz gibi tevazu sahibi olamıyoruz bizim dini emirlere bağlılığımız kazandığız parayla ilintilimidir.

Fatma’ya örttüğü başörtünün markasını soran kadınları da anlamıyorum; şehrimizde onca müze var, ama kadınlar boş vakitlerinde, kendilerini başörtülü kabul etmiyen medeniyetin, lüx alış verişmerkezlerinde para harcayıp fast food yemeği tercih ediyorlar.Sloganlaşmış islami görüşler alabildiğine çok ama gerçekten ilim konuşmaya başladınız mı etrafta kimseler kalmıyor.

İnsanlar farkında olmasa da yükselen değerlere popilist kültür karar veriyor ve bir jip gibi şeylere sahip olunca hayata bakışı değişiyor ve kendini bir müslümandan ziyade zengin bir şehirli olarak görüyor bu; nefisle olan savaşı unuttuğumuzun en bariz göstergesi.

Bir gün gittiğim hastanede doktorun başı örtülü bir hanım olduğunu görünce “Ne hoş, dedim. Bu insanda kibir olmaz,diğer doktorlara göre daha candan davranır insana..” Ama nerde, öyle kendini beğenerek konuşuyordu ki şaştım haline neyse bunun gibi daha neler var önemli olan biz şunu unutmayalım biz eğer gerçekten müslümansak o zaman bizim örnek alacağımız yegane insan peygamber efendimiz olmalı, yoksa insanı şaşırtacak o kadar çok hileler var ki hayatta..

ÇİFT KİMLİKLİ HAYAT

Genelde tecrübesiz olduğu için eline yüzüne bulaştırılan bu tarz hayat çok az istisna hariç evliliklerde büyük dalgalanmalar yaşatıyor.

Ve ortaya bu tarz pek çok hikaye çıkıyor. Yeni dönem siyasetçi ve zenginler arasında böylesi o kadar çok var ki!

Kimisi ikinci eş alıp dini nikah kıyarak işi hallediyor, kimisi de iki arada bir derede kalarak çift kimlikli hayatı tercih ediyor.

DIŞI DEBDEBELİ İÇİ VİRANE İNSANLAR

İstanbul’un Anadolu yakasının mutena bir semtinin mutena bir köşesinde yarı villa, yarı saray yavrusu bir evin kapısının önü.. Evin her tarafı duvarlarla ve dikenli tellerle çevrili..
Avlunun dış kapısının üzerindeki bir levha: “Dikkat Köpek Var.” Asistanım bu ifadeye takıldı.. Gerçi bu uyarı levhası, bir ‘proleterya’ çocuğu olarak asistanımı bir hayli düşündürmüştü. Benim gibi hayli ‘sosyetik’ mekanlarda epey pabuç eskitmiş bir ‘öğretmen’ çocuğu için hiç de yabancı değildi bu levha ve üzerindeki yazı.

Hatta, o yazının asılı olduğu kapıların arkasındaki ‘kırık hayatlar’ın melodramına epeyce aşina olmuş, dışı debdebeli içi virane insanların melallerini çokça seyretmiştim.

ALİ VE FATMA BURJUVA HAYATINA DALDIKÇA

Fakat bu kez durum başkaydı. Biz o kapının önünde beklerken, otomobil olmak için fazla büyük, bir kamyon olmak için de epeyce küçük bir siyah cip belirdi. Cipin şoför mahallinde rengarenk başörtüsüyle ve illa güneş gözlüğüyle genç bir hanımefendi, Fatma oturuyordu. (Buraya kadar bir sorun yoktu, olsundu, Allah daha çok versindi, kıskananın gözü çıksındı. )
Ne var ki birkaç saattir kapının kenarında beklemek zorunda kalmıştık.. O genç hanımefendinin, elit bir huzursuzluk edasıyla, ‘bir hırsız ya da tencere tava pazarlamacısı olabilir mi, ne işi var bunların burada’ diyen kuşkulu, yukardan ve soğuk bir bakış atışı vardı ki, işte bittiğimiz an, o andı kardeşler. Bu bakışı çok iyi biliyordum.

Bu nazar, ekmeğin fiyatını bilmeyen, dolmuşa otobüse hiç binmeyen, canı sıkılınca Akmerkez’e ya da bilmem ne merkeze alışverişe giden, çocuklarını istisnasız psikiyatriste gönderen, kendisi güzellik salonlarından çıkmayan, Moda’da, Bebek’te, Sarıyer’in boğaza nazır sırtlarında, boğaz kıyısındaki müstakil yalılarda kurum ve çalımla oturanlara has bir bakıştı.

Kendileri dışındakilere ‘kapıcı’ya bakar gibi bakan bir bakış…
İşte, böyle bir bakıştır ki uzun zamandır gözlemlediğim ve yazmayı bir düşünüp biriktirdiğim bu yazının zembereğini boşandırdı…

YEŞİL KAPİTALİZM VEYA ‘İSLAMCI BURJUVA’ NASIL DOĞDU?

Dolayısıyla Anadolu insanı nezdinde din, asli bir unsur olarak hiçbir zaman geleneklerin ve törenin önünde yer almadı. Din, ikincil bir konumda, daha çok işlevsel olarak ele alındı. Din, devletle girilecek ilişkide bir ‘araç’ olarak işlev gördü. Hiçbir zaman toplumsal refahtan gereken payı alamadığı için, hiçbir zaman iktidarda belirleyici, bürokrasiyi çekip çevirici bir konumda bulunamadığı için, Anadolu insanı, sürekli bunların ezikliğini ve yoksunluğunu yaşadı. İktidar ve zenginlik karşısında ister istemez oluşan duygusal ve zihinsel zaaf, tarih boyunca bir ukde olarak varlığını korudu ve toplumsal hafızada paslı bir çivi gibi durdu. Eğer Freud’un kavramlarına itibar edecek olursak, Anadolu realitesinin ‘toplumsal biliçaltı’nda ‘servet ve iktidardan yoksunluk’ hep bir kompleks olarak dipdiri kaldı.

Cumhuriyet’le birlikte servet ve iktidar paylaşımının tekelleşmesi, Ankara, İstanbul ve İzmir kaynaklı ‘bir Cumhuriyet burjuvazisi’ meydana getirdi. Bu elit yapı, kendi içinde sosyetesini de doğurdu. Bu sosyetenin içinden, rejimin dümen suyuna girmiş, ham kitleleri bu düzenin kalıbına sokmakla vazifeli, yazar, şair, ideolog, aydın kanaat önderleri de türemiştir. Buna karşın, dindarların, medrese ve tekkeden gelen alim ve ariflerin temsil ettiği ilim geleneği dumura uğramış vaziyetteydi.

Dolayısıyla, Anadolu insanına kanaat önderliği edecek alimler, ya rejime boyun eğmek zorunda bırakılmış (Elmalılı Hamdi Yazır gibi), ya rejimin saflarına geçmiş (Şemseddin Günaltay gibi) ya da büyük bir baskıya maruz kalarak sindirilmeye çalışılmıştır (Bediüzzaman Said Nursi gibi. Gerçi Said Nursi, Eski Said’den Yeni Said’e geçişiyle, Nur Risalelerini telif etmek suretiyle, din dilini, Medeniyet biçimini memleket insanına yepyeni bir yorumla sunarak mücadele etme yolunu seçmiş ve dinin itikadi esaslarını bir Medeniyet’i yeniden inşa edecek biçimde yeniden sunmuş, İslam düşüncesi geleneği ile bugünün yegane köprüsü olma vazifesini deruhte etmiştir.)

1950’li yıllardan sonra, kısmi özgürleşme ile birlikte, İstanbul ve İzmir burjuvazisine karşı yönünü Anadolu’ya dönmüş kimi yazar, şair ve düşünürler, kanaat önderliğini üstlenmeye başlamıştır. (Necip Fazıl Kısakürek, Nurettin Topçu vb. gibi.) Bu yeni kanaat önderlerinin iki temel handikapı vardı: Birincisi, Anadolu realitesini tam anlamıyla İslami kabul etmenin naif romantizmi. İkincisi, din anlayışını sadece rejimle doğrudan mücadele şeklinde reaksiyoner tarzda algılama ve politik düzlemde temsil etmeye çalışma gayesi.

Böylece, rejimin imkanlarına sahip olunursa, ‘Düşmanının silahıyla silahlanılırsa’ yeniden bir İslam devletinde yaşamak, ‘şanlı tarihimiz’de olduğu gibi üç kıtada at koşturmak mümkün olacaktı. Anadolu realitesini İslamileşmenin modeli olarak sunmak, tarihten gelen servet ve iktidar açlığına kapı açtı ve bu durum din algısını daha çok politik bir zemine çekti. Ortaya, devlet odaklı düşünen, agresif (haklı olarak), din ile nisbetini ‘iman’ odaklı değil ‘İslam’ odaklı kuran samimi ama sloganik bir dindar tipolojisi çıktı.

Dini duruşunu sadece rejimin görünen aygıtlarına karşı konuşlandırmış, bu aygıtlara sahip olduğunda toplumu yukarıdan aşağıya İslamileştireceğine inanan, bu nedenle medyaya, siyasi otoriteye ve sermaye birikimine çok vurgu yapan yarı devrimci bir zihniyet teşekkül etti. Bu devrimci zihniyetin karşısında imiş gibi gözüken evrimci İslami anlayış da, rejime karşı aynı zaafları (iktidar, medya, sermaye) besliyordu.

Gelinen noktada, 1980’lerin kendine özgü koşullarında, servet ve iktidar açlığı çeken, gizli bastırılmış dünyevi taleplerini dini talepler şeklinde somutlaştıran bu dindar kitle, ‘düşmanının silahıyla silahlandı’, servet ve iktidara kavuştu, servet ve iktidarın dönüştürücü gücü karşısında taklidi iman ve reaksiyoner İslam anlayışları tutunamadı, dönüşüm tamamlandı ve İslamcı burjuva doğdu.

ÖTEKİLER HAWAİİ’YE, BERİKİLER DUBAİ’YE

Ki onların çoğu yiğidin harman olduğu, yitik hüzünler diyarı, Anadolu’nun kavruk evlatlarıydılar. Osmanlı’dan beri dedeleri, ataları değişmeyen bir senaryonun parya rolündeki figüranlarıydı.

Osmanlı’nın payitaht kurduğu yerlerin (Edirne, Bursa, İstanbul) dışında kaldıkları için hanla, hamamla, debdebeyle ihtişamla, medeniyetin rafine ürünleriyle karşılaşma fırsatları olmamıştı. Onlar, cumbalı köşklerde ud ve tambur ile suzinak bir şarkıyı terennüm etmenin ne demek olduğunu bilemediler, onlar alınlarını koydukları kuru toprak gibi bomboz bozlaklar, yareli ağıtlar, ciğer kokulu türküler söylediler. Babaları ve anaları, güneşin alnacında kavrula kavrula ekip biçtikleri bir avuç buğdayı, arpayı öşür, aşar diye verdiler. Mülazime, katibe, mutasarrıfa, hatta basit bir zabite karşı bür bür büküttüler, onların devlet soğuğu çehrelerinin karşısında, Osmanlı devrinde serpuşlarının ucunu, Cumhuriyet devrinde kasketlerini ellerinin arasında gevelediler.

Dedeleri ve babaları, ‘dövlet, hokümat ve cenderme’ üçgeninde ezik, şahsiyetleri dümdüz edilmiş, korku içinde yaşadılar. Dinden kopmuş, özü boşalmış gelenek, görenek ve törenin ezici ve tahripkar baskısı yetmezmiş gibi, ağaların ve eşkiyanın zulmü yetmezmiş gibi, kahreden yoksulluğun pençesinde hayat ve mematla pençeleştiler.

Sanıldığı gibi Cumhuriyet yeni bir devlet değildi. Bütün kurumlarıyla, zaaflarıyla, refleksleriyle Osmanlı’nın devamı idi. Dolayısıyla Osmanlı’nın özellikle son dönemde tebarüz eden bütün hastalıkları da (Prens Sabahattin’i hatırlarsak, onun dile getirdiği, memuriyet zihniyeti, merkeziyetçilik, kişisel girişim ruhunun olmayışı; ayrıca kişi eksenli liderlik anlayışı, toplumsal ikiyüzlülük, makam sahibine yaranma, toplumsal özgüven kaybı zenginlik ve servet karşısında aşırı eziklik vs.) devralındı. 1950’lere kadar onların dedeleri ve babaları bir avuç Cumhuriyetçi elitin güdümünde, gerektiğinde ezanları susturularak, gerektiğinde zorla senfoni orkestrası dinletilerek devlet eliyle ‘efendi’leştirilmeye tabi tutuldu. Fakat mide gurultularını dinleyen, sırtında ceketiyle ayağındaki poturu tozdan ve güneşten tanınmaz hale gelmiş, bulgur aşına talim etmekten imanı gevremiş bu insanlara efendilik n’etsindi? Eskiden beri, ‘katibime kolalı da mintan ne güzel yaraşır’dı, ‘dövlet her zaman on beş yaşında’ydı, ‘ben bilmem Ankara bilir’di. Bu, böyleydi…

Dedeleri ve babaları bu hisler içinde onlara, ‘Aman oğul sırtını dövlete yasla!’, ‘Oku, oku da adam ol, bizim gibi eşşek olma’, ‘Şu köyün başına bir taksiyle gel, yoksam gözüm açıh gider’, ‘Bizim oğlan tohtur, muvandiz olacah’ diye öğütler verdiler. Nineleri, anneleri onları takım elbise ve kravatla görünce hep gözleri yaşardı.
1950’lerden sonra vaziyet değişmeye başladı, ‘Yeter, söz milletin’ gibi sözler, sloganlar işitilir oldu. 60’lardan itibaren mektep medrese yüzü görmeye, birer ikişer ‘okumaya’ başladılar. Çoğu, Anadolu’da ne kadar dindarlık varsa o kadar dindardılar. Fakat ‘köyden şehere inince’, şehirli züppelerin, ikinci kuşak ayrıcalıklı kadronun çocuklarının yaşantılarını gördüler. Bütün suyun başını tutanların onlar olduğunu gördüler ki çoğu Robert Kolej, Galatasaray Lisesi ve muhtelif Fransızca eğitim yapan liselerden mezun besili, gürbüz ve frapan çocuklardı.

Bu baskın sistematik yapı karşısında korunma refleksiyle dini ve milli hislerine sarıldılar. Bir yandan da kökü tarihin derinliklerinde saklı dünyevi iktidar ve servet edinme taleplerini değişik biçimlere büründürerek ve ulvi taleplerin gölgesinde saklayarak dillendirmeye koyuldular. Bu gizli iç talepler bugün itibarıyla meyvesini veriyor görünmektedir. Nerden mi anlıyoruz? Birileri Hawaii’ye giderken, onlar bugün Dubai’ye gidiyorlar. Karıları ve kızları siyah camlı güneş gözlükleriyle siyah ciplere biniyorlar. Modayı takip ediyor, rengarenk giyiniyor, pahalı cafelere gidiyor, jakuzili ve yüzme havuzlu evlerini Anadolu menşeli kavruk bacılara temizletiyorlar. Şimdi onları gümüş yüzükleri ve afilli başörtüleri de olmasa ayırt etmek imkansız. Hanımları örtülü, sekreterleri mini etekli.

Kişisel tarihlerinde annelerinden ve kız kardeşlerinden başka bir kadın görmeyerek başları bağlandığı için kadın meselesinde ciddi sıkıntıları var. Marka giyiniyorlar, parayı harcayacak yer bulamıyorlar, yüzlerine bakan yüz binlerce aç adamın karşısında kapılarında ‘dikkat köpek var’ yazılı villalarında yemekler, partiler veriyorlar. (Sözün burasında, mekanın ve nesnelerin üst düzey olmasının değil, bu mekan ve nesnelere yüklenen anlamın, bunlarla girilen ilişki biçiminin dünyevileşmeyi oluşturduğunun farkında olduğumu belirtmek isterim.)

Dini kimliklerini üzerinde bir kambur gibi taşıyorlar, kendilerini hep olduğundan farklı göstermeye, bir yerlere ve birilerine ispat etmeye gayret ediyorlar.

Bunu gören Cumhuriyetçi elitin köşe başını tutmuş ağaları deliriyorlar, pastalarına ortak çıktığını görüp hafakanlar geçiriyorlar. ‘İslam ve İslamcılar’ konusunu sürekli ayakta tutarak, habire televizyon ekranlarına ve gazete sayfalarına taşıyarak hem malzeme ve gündem ihtiyaçlarını gideriyorlar, hem de onları pastanın başından kovmaya çalışıyorlar. Bir kısım büyük gazete köşe yazarları da sürekli bu konuları kaşıyarak hem günah çıkarıyor, hem de bireysel iktidarlarını pekiştiriyorlar.

İşte, ‘İslamcı burjuva’ filan diye adlandırılan bugünün şeşi beş gören zengini, böyle bir psikolojik ve sosyolojik mirasın toprağında yeşermiştir.

AMAN İÇİNDEKİ BURJUVAYI ÖLDÜRME..

Tüm bu manzaranın karşısında ben, “Bir nehir kenarında abdest alsanız bile suyu israf etmeyiniz.” diyen peygamber hitabını düşünüyorum, ‘sevad-ı azam’a (halkın geneli, büyük karaltı) riayet lazımdır’ diyerek halkın genel yaşama standardını incitmeyecek bir yaşayışı öngören alimlerin sözüne kulak veriyorum.

Yüz tane aç adamın karşısında, rahmetli Erol Taş’ın filmlerde hoyrat kahkahalarla tavuk budlarını gövdeye indirişini andıran bir hali havsalamda bir yere oturtamıyorum…

Yanlış anlaşılmasın, terbiye olunmamış bir nefsin içinde hep bir ‘burjuva’ ve ‘burjuva özentisi’ taşıdığını iyi biliyorum.

Çoğu kere rahibenin iffetinin, suretinin gayrıfotojenik oluşundan kaynaklandığını biliyorum.
Ayrıca, köpekleri seviyorum, benim sorunum içimizde havlayan köpeklerle…

Selam Allah’a inanan ve inancının bedelini ödeyenlere olsun....

Allah'a emanet olun...

Selam ve Dua ile...

Mustafa Yürekli


2 yorum

kardeşsizinki biraz

kardeşsizinki biraz füyüzat bide onların saflıklarına ver ne yaparsın kamera herkeste farklılık yaratıyor
bu tepitinden dolayı ayrıca tskkrlr

12.02.2007 - yalnız adam

Köylü kadınlar dindar mı?

"Dolayısıyla Anadolu insanı nezdinde din, asli bir unsur olarak hiçbir zaman geleneklerin ve törenin önünde yer almadı. Din, ikincil bir konumda, daha çok işlevsel olarak ele alındı."

"Şoray uzun yolda" ve benzeri programlarda; elin adamlarıyla sırnaşmaktan imtina etmeyen, daracık kılıklarıyla kaba etlerini teşhir eden, fingirdek, koca koca köylü "karıları" görünce düşünürdüm...

İyi denk geldi...

19.12.2006 - arif

Konular