Zor bir soru: İnsan nedir?

Zor bir soru: İnsan nedir?

İnsan olduğumuzu söyleriz de, “insan nedir” sorusuna cevap veremeyiz. İfade ve anlamlandırma gibi hususlarda zorluk çekeriz, beceri gösteremeyiz. Veyahut, iç gözümüzün yaşadığı körlük, dilimize yansır, cevapsızlıklarla yaşamamıza sebebiyet verir. Böyle de çelişkili yanlarımız vardır.

“İnsan nedir” sorusunun cevabı; iki ayaklı, iki gözlü, iki kulaklı, tek burunlu, saçı başı olan yaratık değildir. Şayet aynı özellikler hayvanlarda da vardır. Ve yaratılışı itibariyle insanlar ve hayvanlar farklı özelliklere sahip olmakla birlikte, anlam ve mânâ gibi değer içerikli şeyler noktasında farklılık göstermektedirler. İnanmış olduğumuz veyahut inandığımızı ifade ettiğimiz inanç sistemine göre bu böyledir. İnsan hayvandan üstündür. Bir de insani bir bedene sahip olup, insan olduğunu söyleyen, insani özelliklerini kaybetmiş olanlar vardır ki; onlar da hayvandan aşağı olarak nitelendirilir. Hatta diyebiliriz ki, hayvandan aşağı bile olamayanlar mevcuttur. Hayvanların bile yapmakta çekinceli, tedirgin kaldığı fiili hareketleri; insan görünümlü yaratık kendisini “başıboş” zannederek yapar, utanmaz, daralmaz, rahatsızlık duymaz.

Günümüzde, zaman olgusunu insanın gelişimiyle eşanlamlı kullanıp, zamanın arkasına sığınarak, ilerici-gerici gibi çelişkili tartışmaların içerisinde “sözde/güya ilerici tavır” takınanların geriyle bitmek bilmez savaşları devam etmektedir. Halbuki, ne güzellikler vardır aşağıladıkları gerilerde… Bilmezler ki, görmezler ki… Esiri ve kölesi oldukları maddeler dünyası onlara tatmin edici cevap veremediği için ruhi sıkıntılara gebe yaşarlar. Halbuki reçete bellidir, fakat, kurtuluş reçetesine inat yaşadıkları için ona yaklaşmaktan ar ederler. Tarih boyunca onunla çatışmışlardır. Yetiştikleri kültür; sorgulamanın da bir sınırı olduğunu unuttuğu için(unutmak suçtur çoğu kez), ölçüsüzlüğü ve dengesizliği hayat felsefelerinin dişlisi haline getirmiştir. “Topal kalmaya” mahkûmdurlar. Ölüm kapıya dayanır, gerçekle yüzleşirler; yine de inatları devam eder.

İnsanı yalnızca “akıl” ile tarif etmeye kalkanlar, aklında bir “araç” olduğunu unuturlar. Şayet, aslında kendileri akıl dediğimiz şeye haksızlık etmektedirler. “İnsan nedir” sorusuna cevap verebildiğini zannedenler, ne gariptir ki, merkeze insanı koyarak, insana hizmet ettiklerini sanmaktadırlar. Hayır, henüz cevabını veremedikleri sorunun merkezine insan koymakla, yalnızca şekilden öteye gidemedikleri açık ve seçik olmak kaydıyla ortadadır. Hümanizm de ne ola ki! İnsan “aklını ve ruhunu” sömüren kavramlar yalnızca kandırmacadır. Bir nevi oyundur ve bazı oyunlar da pek sevimli olmayabilir, hatta tehlike içerikli olanları da mevcuttur(Bkz: Kibrit).

Sadece “akıl” tatmin edebilir mi?

O, yarattığı insana yeryüzünün efendisi olma vazifesini yüklerken, insan vazifenin esaslı ve mühim tarafını unuttu. Halbuki insan “yalnızca O’na kul olabilmeliydi”. İnsanoğlu eşyaya hükmettiğin düşünerek, zamanla eşyanın kendisine hükmetmesine müsaade etti. İnsan; esir düştü, köleleşti, metalaştı. İnsan hep aşırılaştı, ölçüsüzleşti, dengesini yitirdi. Ayrılıklar, parçalanmalar, bölünmeler yaşadı. “Birlikten” uzaklaştı!

İnsan kimi zaman sadece aklına güvendi. Manevi duygularını terk etti, dışladı. Halbuki akıl denilen o zenginlik; kaostan, bunalımdan, sıkıntıdan kurtulmanın müjdecisiydi. Ama o akıl bir taraftan kurtuluş reçeteleri sunarken, diğer taraftan “hapsedici bir özellik de” taşıdı. İnsan, aklı ne yazık ki “köstek” haline getirdi.

İnsan sadece aklıyla tatmin olabileceğini düşündü. Diğer taraftan da, akla karşı, kin ve garez duymaya başladı, aklı dışladı. Bu da, bu dünyayı unutturan, afyonlaştıran mistik inançların oluşmasına zemin hazırladı. Sonuçta insan; unutan, ölçüsünü yitiren, dengesizleşen varlık haline geldi. İnsan insanlıktan çıktığı andan itibaren ruhunu kaybetti. İnsan boşluktaydı artık. Kendini aramaya kalktı, kalktıkça dirilmeye çalıştı, dirilmeye çalıştıkça var olduğunu zannetti, zannettikçe arayışını yitirdi, yitirdikçe modern çağın putlarına esir düştü. İnsan, kendisini “ileri insan” görmeye başladı, fakat, “cennet terbiyesinden geçen” Hz. Adem, Hz. Havva ve çocuklarından daha medeni olabildi mi?

Dünya; iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin, esir-hür, sınırlı-sonsuz, hayır-şer, mazlum-zalim, hak-batıl, zulüm-adalet gibi “karşıtlıklar” barındırıyordu. İnsan, kavgasını vermeliydi. Şayet, akılda bize bunu söylemeliydi. İnsan; tercih yapmalı, seçici olmalı, ölçülü davranmalı, dengelerini kaybetmemeliydi. İnsana “akıl ve ruh” sunulmuştu, insan bunun değerini bilmeliydi. İnsan, aklı tehlikeli bir vaziyete dönüştürmemeliydi. Hem “hayır” hem de “şer” vardı onda. İnsan o yüzden “bilmeliydi”, inandığı ve kavradığı müddetçe seçici davranıp, taraf olabilmeliydi. O halde insan; insan olabilmeli, insan kalabilmeli, insanı tanıyabilmeli ve en mühimi: “Yalnızca O’na kul olabilmeliydi!” Oldu mu?

Modern çağın putları

Kimileri için zaman denilen olgu devam ettikçe, ilerledikçe; insanlık da gelişiyor, ilerliyor. Şayet, günümüz insanını tahlil etmeye kalktığımızda, bu tür düşüncelerin çeşitli çelişkileri içerisinde barındırdığını gözlemliyoruz.
Mesele; insan insan olabiliyor mu, insan insan kalabiliyor mu, insan insanı tanıyabiliyor mu, insan “insan nedir” sorusuna cevap verebiliyor mu…

Günümüz insanı, geçmişe “geri” diyor, geçmişte yaşananlara “hor” bakıyor, çoğu kez onu aşağılayabiliyor, geçmişte yaşananları yalnızca tuhaf bir kibir ile yorumlamaya kalkıyor. Peki, gelecek bahsi açıldığında neden değişim gösteriyor? Hayran bakışlarla seyretmeye kalkıyor geleceği, onu merak ediyor, ona adeta tapabiliyor. Çünkü gelişme, teknoloji ile bir tutuluyor. O makineyi yönlendirdiğini, makinenin efendisi olduğunu zannediyor. Halbuki “gelişiyoruz” diyerek sığındığı zaman, işte o zaman, ilerledikçe gelişen insan olduğunu iddia eden canlı, makinenin emrine giriyor, itaat ediyor. Zannediliyor ki, teknolojinin mesafe almasıyla, günümüz insanı “insan nedir” sorusunun cevabını buluyor. Hayır, insan olabilmenin kıstasları makinelerin, robotların, metal yığınlarının içerisinde değildir! Şayet, insan robot değildir. Onu “hür insan” olmaktan çıkararak, günümüzün çeşitli teknoloji mabetlerine hapsetmeye kalkmak, insanın kendisine uyguladığı bir zulüm değilse, nedir…

Aklına güvenen günümüz insanı, olayları yalnızca aklıyla tahlil etmeye kalkarak, pozivitist pozlar veriyor. Evet, aslında yalnızca pozdan ibaret hepsi. -Şüphesiz burada “akıl” denilen o zenginlik hor görülmüyor, anlatılmak istenen farklı.- Yalnızca aklına güvendiğini söyleyen günümüz insanı, modern çağın putlarını içinde barındırmıyor da, ne yapıyor… Saymaya gerek var mı o putları: Akıl, teknoloji, para, sermaye, mal, mülk, koltuk, şan, şöhret… Unutmamak gerek; bazen de devlet, bazen de içinde yaşanılan toplum putlaştırılıyor. Sorgu yok, sûal yok, yalnızca kör bir itaat var! Materyalizm, insanlığa; fert, devlet ve toplumun bir ilah olarak görülmesi dayatmasını yapıyor. Materyalist bakış açısına göre bu böyle. (Bakınız: Faşizm, Komünizm, Liberalizm.) Şahit oluyoruz ki, insanlık henüz –izm lerin zindanından kurtulabilmiş değil.

Sahi, merak ediyoruz da, gelişme denilen olgunun kıstası “beşerden Adem olabilme” olgunluğuna erişebilmek midir… Şüphesiz bu kastedilmek istenmiyor. Halbuki; modern çağın insanı yaşadığı putlarla insan olduğunu zannediyor, modern çağın insanı -açıktan ve gizliden- mabedinde köleleşiyor, modern çağın insanı egosunu bir türlü tatmin edemiyor, modern çağın insanı yeryüzünü maddeci, materyalist gözlerle seyretmeye kalkıyor, modern çağın insanı kendisini yeryüzünün küçük tanrısı ilan ediyor…

Çoğumuz için şu ne yazık ki lafta kalıyor: “Allah’tan başka ilah yoktur!” Ama o insan, varoluş gayesini ararken, batıdan kopup gelen din dışı, akla tapar şeylerle avutmaya kalkıyor kendisini. Veyahut doğunun o mistik uyuşturmalarıyla “ferrarisini satan bilgeleri” oynuyor. Hayır, hayır insan kardeş! Modern çağın köleleri haline gelmeyelim. İçimizdeki putların kölesi olmayalım. Bize sunulan bu yeryüzünü madde ile, materyal ile yorumlamaya kalkmayalım… Her şeyin metalaştığı şu günümüz dünyasında, hür insan, gerçek insan, harbi insan olma yolunda yol alıp, mesafe katedelim… Nasıl mı? Meselemiz de bu değil mi…

İnsan ne kadar “objektif” olabilir?

Zekamız ile idrak ederiz, onun gücü ve seviyesi ölçüsünde algılarız. Sonradan kazandığımız akıl ise “zeka gücünün objektifleşmesi ve sosyalleşmesidir.” Duyumlarımız nispetinde terbiye ederiz onu. O halde bir temas söz konusudur.
Doğduğumuzda etrafı “beş duyu vasıtasıyla” tanır, bu madde dünyasını idrak etmeye çalışırız. Meşgul olduğumuz şey; bu mevcut bunalımı dindirebilmektir. İdrakimiz ölçüsünde eşyalara anlamlar yükleriz. Yüklenilen bu anlamlar sonucunda belli bir dünya görüşü açığa çıkar.

Şüphesiz, insan “tavır ve taraf” sahibi olmalıdır. Bu bir dayatma değildir. Bu “olma” durumu, insani olup, bir varoluş gayesidir. İnsan ne kadar “objektif” olabilir ki? Bu mümkün müdür? Belli bir yere kadar, evet! Neresidir bu belli yer? Şöyle ki; bakmak ve görmek farklı şeylerdir. İnsan, görürken mânâlândırır. Bu mânâlândırma sürecinde belli bir bakış açısı oluşur. Tabi ki idrak edilebildiğini ölçüde…

İçinde bulunduğumuz bu madde dünyası “bilgi” içeriklidir. Bu mesaj yüklenmiştir ona, biz o mesajı, yalnızca bize ait olan “şuur” ile “tercüme” ederiz. Peki bu şuur denilen şey nedir? Şuur: Ruhtur, ruhun yansımasıdır. Başka bir ifadeyle: “İç göz”. “Şuur” kabiliyet gerektirdiği için, herkese de nasip olmayacak kadar değerlidir, mühimdir. Günümüz insanına “yalnızca şöyle bak” diyerek yapılan dayatmalar, yeryüzünün renkliliğine tahammül edemeyenlerin işidir. Şayet, günümüz insanına “tek tip insan dayatması” halen daha devam etmektedir.

İnsan, başıboş değildir. Sorumsuzluk, vazifesizlik, nemelâzımcılık ona yakışmaz, onun halleri olamaz. İnsan “insan” olduğu için rahatsızlıkları vardır. Bu normaldir. Çünkü insan “sıkıntılı varlıktır”. İnsanda mevcut olan bu sıkıntılı durum; manevi, ruhi reçetelerle giderilir. Aksi fayda etmez.

Tavır ve taraf sahibi insan, nereye kadar “objektif” olabilir ki… Köleliğe, köpekliğe, esarete başkaldıran insan, anlamlandırmış olduğu şeylere karşı “tavırsız ve tarafsız” davranabilir mi? Diyeceğimiz şudur ki: “Herkes tavrını ve tarafını belli etmelidir!”

İnsanın “varoluş gayesi” vardır. Gerisi teferruattır…

Ölümü özlemek

“İnsanlık tarihi” için; “insanlığın tarihidir” diyebiliriz. İnsan, yeryüzüne inişinden itibaren dünyayı hep “gurbet” gördü. İnsan, kendini ve etrafını tanımaya çalıştı. İnsanlık, tarih boyunca kendisine şunu sordu: “Nereden geldik, nereye gidiyoruz?”

İnsan; “karşıtların, zıtlıkların, çelişkilerin” dünyasında kendisini “misafir” gibi hissetti. O, gerçek bir dünyanın özlemi içerisinde kıvrandı.

Zamanla dünya kimisi için sahici bir ev gibi algılanmaya başlandı. İnsan “nankör” ve “unutan” değil miydi?
İsimden öte, gerçek insan olabilmeyi başarabilmiş olanların “özlemi” hiç değişmedi. O günden itibaren “özlem” hep aynıydı. Kavuşmak özlemiydi bu! Kimisi için ölüm “acı” veriyordu sadece.

Bilhassa batılı yazarları okurken gördüm ki, kitaplarındaki kahramanlar hep bir yabancılaşmanın ve yalnızlığın içerisindeydi. Bunalımlı, sıkıntılı, kederli tiplerdi. Ama bu boşluğun adını ve reçetesini yanlış koydukları için, teşhislerinde hep yanıldılar. Rüzgârın akibetine doğru yol aldılar. Tedavileri fayda vermedi, ruhi sıkıntılarını gideremediler. Ve sonuçta bir çoğu için “sapık tarikatlar” ve “intihar” tek çare haline geldi.

Ölüm bize “sınırlılığı” öğretti. O kapımızı çaldıkça şaşırıyor, tuhaf bir tedirginlik yaşıyorduk. Demek ki, kimseye kalmayacaktı bu dünya… (Türkülerimiz ne güzel anlatıyor ölümü) Ve bu dünya “sınırlı” değil miydi? Mutlak olan O’ydu! Gözümüzle gördüğümüz şeylerin adı belliydi: Fani!

O insan ki “ebediyeti” özlüyor, yeniden dirilmeye iman ediyor. Ölmüyor aslında, yeniden doğuyor. İşte o insan “bildiği ve inandığı” için ölümü özlüyor…

Afşin SELİM
afsinselim@yahoo.com


Konular