Zaman mefhumu: 57 yıl sonra 2 dakika içinde

Ayşenur Bulut/Dünya Bülteni

(Bu yazıda yer alan şahıslar tamamen hayal ürünüdür. Yalnızca birinin varlığı gerçektir.)

Bir siyahi’nin oğlu idi.
Bilâl(r.a.)’e ithafen…

Murdar hayatların albenisi içinde bir yaşam…

Gündüzlerin telaşı gecelerin yorgunluğu demek ve bu şekilde devam eden kronolisi uyumak-uyanmak olan bir sıradanlık…

Bir kambur gibi fazlalık, çirkin, eğri ve kaba bir hissedişin öyküsü…

Ama burası Notre Dame değildir, hiçbir hikayede yer almayacak kadar gereksiz bir hayat…

Gregor Samsa kadar böcek, Marvel Comics kadar örümcek…

Bir dilenciye uzattığı birkaç kuruş kadar insan,

Acıktığı kadar beşer’dir.

Günler böyle devam etmektedir.

Çok çiğnenmiş bir sakızın kaybolan tadı ve artık çeneyi yoran meşguliyeti gibidir hayat…

Dört duvarı aynalı bir odanın zavallı mahkumu,

İki kere ikinin beş ettiğini söylemek zorunda kalan çaresiz bir mahpus.

Dua bile etmekten aciz,

Çünkü edeceği dua’nın bir kimliği (!) yoktur.

Elleri cebinde, 42 numaralı ayakkabısı ile adımlarken Süleymaniye sokaklarını, bir boyacının ekmek parasına müsebbib teklifi duyulur: “Boyayalım mı abi?”

Bir dilenci olmasa da o da sevinecektir alacağı birkaç kuruş ile,

Ve elleri cebinde bir kez daha tatsın madem, insan olmanın mucizesini.

Bir ayağını tabureye atıp boyacı, siyah ayakkabısını boyamaya başladığı an bir ses duyulur.

Sulanmasaydı bilinçaltı görebilecekti gerçek alemi, oysa ayık olduğunu düşünüyordu.

Mutlaka duyardı yoksa, 18 yılın bir günü içinde bu ulvi sesi.

Mutlaka duyardı evet, altı bin beş yüz yetmiş’ de bir kerecik, bu ulvi sesi.

İnsan olmak’tan başka tariflere bürünmek istemez bir telaş içinde sordu: “Sen de duyuyor musun amca sesleri ?”

“Duyuyorum evlat, bu, tam 18 yıldır duymaya hasret vicdanlarımızın aydınlığa çıktığı zamandır.”

***

Kirli tencereye uzanan onlarca parmak…

Parmağın birinin eksilmesi demek aç kalmak demek.

Görülen tek renk sarıdır; ekmek sarı, buğday sarı, yüzler sarı, yakıp kavuran güneş sarı.

Ne bitmez çile, ne düzelmez hata, ne tükenmez ömür’dür yokluk.

Babanın oğla mirası, ananın kızına çeyizi, kaynananın gelinine emanetidir yokluk.

Artık duyulmuştur bu sarı ovalardan uzak diyarların fabrika kokusu.

Yolların burnu sızlatan kusmuğu, duvarların insanı üşüten soğukluğu, gözlerin yüreği korkutan hançeri, girilen bir U dönüşünün sürekli yanan yeşil ışığı gibidir; hala tükenmemiş ömrün, bitmeyen çilenin, düzelmeyen hatanın yüzsüzce yapışmasıdır yakaya.

Sarhoş beyinlerin, bohem hayatların, kahpe sevgililerin, yalan aşkların, ucuz dostlukların, lekeli bohçaların, silahsız düğünlerin, karanlık yüzlerin, kalleş hesapların, fuhuş yuvaların, kitapsız dinlerin var olduğu bir dünya…

Sarı’nın olmadığı bir gezegen…

Çan sesleri yenilen beyaz ekmeğin katığıdır, alın teri dökmek siyah, balıkların yaşamadığı denizler lacivert, bulutların yaşamadığı gökyüzü gri, leyleklerin konmadığı evlerin çatısı al al, gözyaşı dökmeyen gözbebekleri renksizdir.

Burada yalnızlıktır artık bahta düşen…

Sana ait hiçbir şeyin olmadığı, sen’in başkalaştığı bir gavur memleketinde yemek saatini Alaman marka bir saat gösterir de, göstermez sana huzur yüzünü günde beş kere.

Bir yalnızlıktır burada hamallığını yaptığın; ne seni anlayan bulunur, ne anladığın bir sözcük.

Ezan sesine hasret kulakların makine gürültüsünden yırtıldığı, namusun, şerefin, haysiyetin para olduğu memlekette korkudur ölmek.

Topraksız, susuz, salasız, namazsız, duasız, insansız ölmenin korkusudur beyaz ekmeğin karşılığı.

Zangoç’un ambargo uyguladığına davet’e hicretle dur demek….

***

Bakışlarını küstahlık, etini şarap, tenini krem, yüzünü maske, hayatını kumar, sevgisini günah, alnını kara, dudağını ruj, ömrünü yalanla mikserleyen bir acuze…

Kutsi olan ne varsa tavan arasına kaldırmış…

Nefertiti ile yarışmayı gaye edinmiş, suratına ancak bir maymunun bakabileceği kadar güzellik kondurmayı becermiş, vücudun buruşuk hatlarını ütülemekten günah buharına boğulmuş bir takma diş fabrikası…

Bu zavallı ihtiyar, “Kainatta onsuz bir dakika bile yoktur” gerçeğine kulak tıkayarak yaşar, nefretini her köşe başında yollara kusarak gösterir, öldüğünde krematoryumu umarak yaşar.

18 yıldır ezansız kalan toprakları kendine dava edinmiş, mukaddesatı horlayan, günde beş kere meleklerin kendisine lanet ettiği, his yoksunu, mabedi nefs’i olan, çirkef zindanının gardiyanı, 30 yıldır kazandığı her maaşla aldığı yumurtalarla cami minaresine resim çizen terbiye fakiri, akıl fukarası bir profesör…

***

“Ya Rab, inayetin ne zaman” serzenişlerinin göğün en yüksek tavanına değdiği an, denizden yükselen su buharının gökyüzündeki soğuk katmana çarpıp yeryüzüne yağmur olarak düşmesi gibi, sonunda buldu zafer inananları.

Bir mağarada başlayan, köhne taşların karanlık odalarında yayılan, kalplerde gizli gizli çoğalan hakikatin artık açıkça ilan edilme zamanı gelmiştir.

İnsanları Allah’ın huzuruna çağıracak, bu huzurda tek bir safta aynı iftitah tekbiri getirecek, kıyama omuz omuza durup, secdelerde yalnız kalacak, çan değil, duman değil, ateş değil, davul sesi değil; İslam’ın bir şiarı, vazgeçilmezi ve kainatın onsuz kalmayacağı bir seda olacak, zikre muhtaç gönüllerin fikirlerini de cezp edecek, dünya ağırlığından günde beş kez mola verecek kutsi bir davet…

Tavanı hurma dallarından bina edilen bu kutlu zaferin ilk mescidine yakışan bir müezzin gerekir.

Tevhid’i kızgın güneşin yaktığı koca kayaların altında olsa da haykıran, köle diye yıllarca horlanan ve İslam’a tabi olup gerçek hürriyeti tadan, bir siyahinin oğlu, yersiz yurtsuz, Habeşli Bilal…

Gözler Bilal’e çevrildi: “Çık ya Bilal, ve ezanı sana emrolunduğu gibi oku”

Allâhu Ekber Allâhu Ekber.
Allâhu Ekber Allâhu Ekber.
Eşhedü en lâ ilâhe illâllah
Eşhedü en lâ ilâhe illâllah
Eşhedü enne Muhammeder-Resûlüllah
Eşhedü enne Muhammeder-Resûlüllah
Hayye ale’s-Salâh
Hayye ale’s-Salâh
Hayye ale’l-Felâh
Hayye ale’l-Felâh
Allâhu Ekber Allâhu Ekber
Lâ ilâhe illâllah

Öğle vaktinin rızk telaşı olsa da, çalışmaya ara verenler yemekte olsa da, herkesin tuttuğu bir meşguliyet olsa da, gözler uyuyor olsa da, sözler birbirini kovalıyor olsa da, önemli bir ticari anlaşmanın zamanı olsa da, oyununun en heyecanlı yeri olsa da hiçbir şey bu kutlu davete icabeti geciktirmeye mazeret olamaz.

Mü’minler bir safta, müezzinden sonra imamın rolü aldığı sahnenin figüranları olarak şükre koşarlar.

Aynı safta hem Ebubekir hem 18 yıl Arapça ezandan bihaber Can, hem Ali hem gavur memleketinde ezana hasret Bekir, hem Bilal hem de ezanı duyduğunda içli bir türkü dinlediği kadar zevk almamaktan mahcup bir yüz-BEN- “Lebbeyk” der.

Zaman kavramı kalkmıştır.

Hepsi, ezanı duyduğunda kulaklarını kapayan profesöre hidayet duası için ellerini semaya kaldırır.

***

Dünyanın hangi memleketinde vuku bulmuştur, milli dile çevrilmiş bir ibadet hezeyanı.
Türkiye’de 18 yıl süren Türkçe ezan uygulaması, hem milli hem dini bir erozyon olarak hafızalarda acı anılarla yer etti. Mukaddes davet, şear-i İslam Ezan-ı Muhammedî 18 yılını şehit vermiştir. Laikçiler, laiklik tanımını kendi elleriyle çamura bulayarak görülmemiş bir ibadet uygulamasına imza atmışlar, benzeri olmayan bir yasağı dayatmışlardır. Yazdığı şiirin laikliğe aykırı bulunan mısraları* gereği Yahya Kemal’e uyguladıkları yurt dışı yasağı ise akıllara ziyan bir manzara, hiçbir drama sahnesinde sergilenemeyecek kadar acı bir tiyatro oyunudur. 14 Mayıs 1950’de DP’nin iktidarı ile ezan Arapça okunmaya devam etmiştir. Tüm bunlar 57 yıl sonra 2 dakika içinde hissettiklerimdir.Her ezan dinlediğinde gözyaşlarına boğulan bir dedeniz var mı ? Benim var: Ülkemin bu kara yazgısı.

*Emr-i bülendsin, ey ezan-ı Muhammedi
Kafi değil sadana cihan-ı Muhammedi


Konular