"Musibet, Cinayetin Neticesi, Mükâfatın Mukaddimesidir

Her şeyden evvel, varlığıyla varlığımızı ışıklandıran, gözlerimize nurlar serpip, bizleri nefsanî karanlıklardan kurtaran Rahmeti Sonsuz Rabbimize hamd ü senâlar ediyor, varlık ağacının çekirdeği, kainat kitabının ille-i gâiyesi, Hakk’a davetin en gür sesi Efendimiz'i, âlini ve ashabını salât ü selamlarla bir kez daha anarak ellerimizi açıp yalvarıyoruz:

Yüce Rabbimiz! Gönüllerimizi sıdk, emanet, ihlas ve yakîn hisleriyle buluştur ve bizi kalbleri rikkatle çarpan huşû ve hudû sahibi, murâkabe, heybet ve marifet-i tâmme ehli insanlardan eyle! Destekleyenimiz, yardım edenimiz ve koruyup kollayanımız Sen ol! Ne olur, biz âciz ve muhtaç kullarını hüsrana uğramış zavallılar gibi eyleme, onların düştükleri acıklı durumlara maruz bırakma.. kalblerimizin üzerinden is, sis ve pas perdelerini kaldır; kaldır ki hakkı hak olarak görüp bilebilelim.

Yüceler Yücesi Allahımız! Sen’den bize nezdindeki nurlardan bir nur göndermeni ve onunla zâhir-bâtın bütün hislerimizi nurlandırmanı, gönüllerimizi ağyar ve masiva karanlıklarından arındırmanı ve yürüyeceğimiz yolları, insanlığa en mümtaz rehber olarak seçip vazifelendirdiğin habibin Muhammed Mustafa’nın nuruyla ışıklandırmanı diliyoruz.

Efendimiz Hazreti Muhammed’e, aile efradına ve bütün ashab-ı güzînine salât u selam ederek bunları Senden dileniyoruz; dualarımızı kabul buyur Rabbimiz!..

"Musibet, Cinayetin Neticesi, Mükâfatın Mukaddimesidir

Her insan, hayatının değişik karelerinde farklı farklı da olsa musibetlerle karşılaşmıştır/karşılaşmaktadır. Tevhid adına mühim bir husus olması itibarıyla da bu meselenin ayrı bir önemi vardır.

Esasen insanın başına gelen her musibet büyük ölçüde onun hatalarındandır. Nitekim, "Başınıza gelen her musibet, işlediğiniz günahlar (ihmal ve kusurlarınız) sebebiyledir."[1] âyet-i kerimesi de bu hakikati hatırlatmaktadır. Başka bir âyette ise hakikat şöyle ifade edilmektedir: "İki ordunun karşılaştığı gün içinizden arkasına dönüp kaçanlar var ya, işte onları, işlemiş oldukları bir kısım hatalarından dolayı şeytan zelleye uğratmıştı."[2]

Evet insana gelen her iyilik Allah'tan, fenalık ise nefsindendir.[3] Çünkü fenalıkları isteyen, insanın nefsidir. Bu itibarla da derecesine göre insan, kalbinden geçen, hayalini kirleten veya şöyle-böyle kendisini meşgul eden, meşgul edip duygularına fısk aşılayan bir kısım düşünce, tasavvur ve tavırlardan ötürü muaheze görebilir.

Şimdi ilk mutasavvıflardan Muhâsibî'nin, ehl-i hakkın menzillerini sıralarken yaptığı tasnifi esas alarak konuyu biraz daha açalım:

Bazı kimseler vardır ki, bunlar, dilleriyle ifade etmeksizin akıllarından bir fenalık geçirdiklerinde, "Büyük günah işledim." endişesine kapılarak hemen Allah'a teveccüh ederler. Cenâb-ı Hak, bu seviye ve bu menzile işaret sadedinde şöyle buyurur: "Göklerde ve yerde olan her şey Allah'ındır. Ey insanlar! Siz içinizdeki şeyleri açığa vursanız da, gizleseniz de, Allah onlardan ötürü sizi hesaba çeker."[4] Belki çoğumuz bu âyet karşısında hiçbir endişe duymamaktadır; ne var ki bu âyet, Muhâsibî'nin, birinci derecede mütalâa ettiği insanların hâliyle alâkalıdır.

Bu âyet nazil olduğunda sahabe-i kiram, ihtimal kalblerini yokladılar ve ara sıra da olsa kalblerinden mâlâyâniyâta ait şeylerin geçtiğini gördüler.. ve ciddî bir sorumluluk duygusuyla bitkin bir vaziyette Allah Resûlü'nün huzuruna gelip diz çöktüler: "Ey Allah'ın Resûlü, namaz, oruç, cihad, sadaka gibi gücümüzün yeteceği amellerle mükellefiyete "Eyvallah!" ama bu âyette anlatılan şeylere güç yetirmek zor." dediler. Zira "Her birimiz, kendi gönlünde öyle şeyler hissediyor ki, insan bunlardan hiçbirinin kalbinde bulunmasını arzu etmez." diye insanın elinde olmadan içinden geçen duygu, düşünce ve hayallerden söz ettiler.

Bunun üzerine Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlara: "Siz şimdi sizden önceki Kitap Ehli gibi, 'İşittik ve karşı koyduk mu demek istiyorsunuz? İşittik ve itaat ettik ey Rabbimiz, affını dileriz, dönüşümüz Sanadır.' deyiniz!" buyurdu. Bunu hep birlikte okumaya başladılar, okudukça başkalaştılar ve gönülleri yatıştı. Ardından da onları tamamen rahatlatan şu âyet-i kerime nazil oldu: "Allah, hiçbir kimseyi güç yetiremeyeceği bir şeyle yükümlü tutmaz."[5]

Evet, kalblerden geçenler, insanın emri ve iradesi altına girmediği için, Allah, bundan dolayı insanı muaheze etmeyecektir. Bu, herkes için umumî bir kaidedir. Bu âyetin, daha önce zikrettiğimiz âyeti neshettiği söylenir; o âyet neshedilse bile, kalb ehlinin durumları çok üst seviyede hep o âyetle çarpacaktır. Böyle bir hâli, bir kısım hizmet-i imaniye ve Kur'âniye içinde bulunanlar da mertebelerine göre yaşamışlardır. Meselâ içlerinden birine bir fenalık yapma geçtiği zaman veya uygunsuz bir şeyin kendilerini tesir altına aldığı an, ya bir yerlerine bir şey batmış ya bir yerde sürçüp düşmüş ya umdukları şeyden mahrum kalmış veya korktukları başlarına gelmiştir. Herkesin mertebesine göre belli bir seviyede, bu husustan alacağı şeyler vardır…

İkinci mertebe ise şudur: İnsan, bir fenalık yapmaya veya bir iyiliği terk etmeye karar verir. Sonra pişmanlık duyup "Bunu yapmamalıyım. Bu bir suiedeptir." deyip geri döner. Esasen bu, kendine göre yükselmiş bir ruhun, belli ölçüde seviyeli bir kalbin mertebesidir. Zira o fiili işlemeden hemen vazgeçmiş ve memur olduğumuz şeylerin terk edilmesi ya da yasaklanan şeylerin işlenmesi gibi bir felakete maruz kalınmamıştır...

Bunun bir mertebe aşağısında ise, şöyle bir seviye söz konusudur: Bir kişi, meselâ hırsızlık yapmak veya harama bakmak gibi bir fiili işleme teşebbüsünde bulunur. O yolda, aklına koyduğu haram fiili işlemek üzere giderken "Rabbim bu ayakları bu iş için yaratmadı." diyerek vazgeçer ve geri döner. Hadis-i şerifin ifadesiyle bir kimse, bir kötülüğe karar verir ve sonra vazgeçerse, Allah menhiyyata karşı dayanmasından ötürü ona bir sevap yazar. Bu, Allah'ın bir lütfudur ve bu da ayrı bir menzildir...

Öyleleri de vardır ki, niyet ettikleri kötü fiil için harekete geçer, o yolda ilerler, hedeflerine ulaşınca da hemen vazgeçerler. Allah Resûlü, mağarada kalan üç kişinin durumunu anlatırken, onların yaptıkları iyi amelleri birer vesile yapıp, mağaranın ağzının açılmasını talep edenler arasında, zina ile yüz yüze geldiği an vazgeçip geri duran bir kişiden de bahseder. Bu kişi, o kötü fiili işlemeye ramak kala bundan vazgeçmiş ve onun bu fiili, önemli bir amel kabul edilerek mağaranın önünü tıkayan taşın açılmasına vesile olmuştur. Bu da günahtan dönme seviyesinde ayrı bir mertebedir.

Bir diğer mertebe de vardır ki, günümüzde bunun emsaliyle çok karşılaşırız: Kişi, bir menhiyat yapar veya memur olduğu işi terk eder. Ondan sonra hemen tevbeye koşar. Daha sonra kalkar, sonra tekrar düşer, yine doğrulur ve Rabbin kapısına koşar.

İşte bu da ayrı bir merhaledir. Bunun hâli tıpkı karda-buzda yürüyen veya uçurumun kenarında koşuya kalkan birisinin hâline benzer ki, çok defa ayağının altından toprak kayar ve düşecek hâle gelir. Böyle birinin durumu endişe vericidir. Eğer inayet-i ilâhiye, onun imdadına yetişmezse, yetişip elinden tutarak onu arş-ı kemalât-ı insaniyete çıkarmazsa, o insanın, yolun bir yerinde yıkılıp gitmesi mukadderdir. Böyle birisi, frensiz bir araba ile virajlı yollarda yol almaya çalışan kimseye benzer. İlk virajda olmasa bile daha sonraki virajlarda –hafizanallah– uçuruma yuvarlanması an meselesidir.

Bunun ötesinde bir de üçüncü bir grup vardır ki, onlar, fenalığa inhimak eder ve başlarını ondan dışarıya çıkarmadan hep fenalık üzere devam edip giderler.

Şimdi bütün bunların hepsi birer musibettir ve Hak'tan uzaklaşmaya sebep olmaları açısından da birer cinayettir. Bu mertebeler içinde en son mertebedekilerin haricinde olanların başlarına gelen belâ ve musibetler, geçmişteki günahlarına bir nevi keffarettir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), "Elinize batan bir diken bile, bir günahı siler, sizi bir derece de yükseltir." buyurmaktadır. Dolayısıyla her musibet, aynı zamanda bir günahın düşürülmesi ve Cenâb-ı Hakk'ın bir mükâfatının da mukaddimesi sayılır.

Bazen çok küçük günahlardan ve zellelerden ötürü Cenâb‑ı Hak insana cezalar verir. Hz. Âdem'in zellesinde olduğu gibi.. Hz. Âdem'in zellesinin keyfiyeti tam olarak bilinememektedir. Kaynaklara bakıldığında ortada memnu bir meyve olduğu ve Hz. Âdem'in bu meyveye el uzattığı anlatılmaktadır.

İsrail kaynakları, bu meyvenin buğday olduğunu kaydetmektedirler. Bizdeki bir kısım tefsirciler de aynı temayülü göstermektedirler. Memnu meyveyi bu şekilde kabul etmek, kanaat-i âcizanemce yaklaşımlardan sadece biridir. Zira Hz. Âdem, yeme içmeye düşkün bir insan değildir. O, Safiyyullah'tır. Bu konuda şöyle bir yaklaşım da söz konusu olabilir:

Hz. Âdem Efendimiz, Hz. Havva'ya karşı –mukteza-i beşeriyet– temayül izhar etmiş olabilir. Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) "Aybaşı veya nifas olma hali, benât-ı Havva'ya Allah'ın takdir ettiği bir şeydir." buyurması da bu hakikati destekler mahiyettedir. Hayız ve nifas hâlleri kadınlık âlemi için bir ızdıraptır ve bu, Hz. Havva'dan virâset yoluyla kadınlara intikal eden bir keyfiyettir. Bu da, âyât-ı tekvîniyeye göre Allah'ın bir kanunudur ve mukteza-i beşeriyetin bir gereğidir.

Hz. Âdem belki de, Arş-ı A'zam'da yazılı olan bir kısım meseleleri mütalâa etti. Merhum Alvar İmamı'nın ifadesiyle "Hakikat şeceresinin hikmeti" Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) dünyaya gelsin diye sanki kasten onu yemiş gibidir. Kur'ân-ı Kerim, bunu, "Doğrusu Biz daha önce Âdem'e de vahiy ve emir vermiştik, ne var ki o ahdi unuttu, onu (hatasında) azimli bulmadık."[6] âyetiyle anlatmaktadır. Başka bir âyette ise, "Böylece Âdem Rabbine karşı geldi de şaştı kaldı."[7] buyrulmaktadır. Bu ifadeler bize göre değil, mukarrabîne yani kalblerinden geçirdiklerinin dahi muahezesini gören kimselere göredir.

Hz. Âdem, yaratıldıktan sonra Cennet'te tek başına idi. O, beşeriyet ve cismaniyetini yaşadığı sürece, nerede ve nasıl dolaşıyorsa orada kendisini enîssiz hissetmişti. Cenâb-ı Hak ona enîsi olarak Hz. Havva'yı yaratmış ve "Bu senin arkadaşın." diye ilham etmişti. İhtimal o da, arkadaşa karşı arkadaşlık muamelesi yapmıştı. Ne var ki, Allah imtihan için Hz. Âdem'in önüne tabiat-ı beşere zıt bir hakikat koyarak "Buna dokunmayacaksın." demişti. Hz. Âdem de, dıştan gelen bir kısım esintilerle, orada ebedî kalacağı zannı ve düşüncesiyle, o memnu meyveye elini uzatmıştı ki, yaptığı her şey bundan ibaretti. Daha sonra Cenâb-ı Hak, ona bir musibet vermiş –ve eğer memnu meyve o ise– Allah evvelâ onu o memnu meyveden uzaklaştırmıştı.

Onun için ihtimal Hz. Âdem de maksadının aksiyle böyle bir tedip görerek, Havva Validemiz'den yıllarca ayrı kalmaya mahkûm edilmişti. Bu ayrı kalma süreci içinde Hz. Âdem işlemiş olduğu günahtan dolayı çok ızdırap çekmiş ve devamlı gözyaşı dökmüştür ki, bunu İsrailiyat kitapları, Hz. Âdem'in gözlerinden akan yaşların bir çaya dönüştüğü sözüyle mübalâğalı olarak anlatmaktadırlar.

Hz. Âdem'in böyle ağlayıp inlemeleri, onun peygamberlikle serfiraz olması, tekrar Cennet'e girmesi ve Hz. Muham­med'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) dede olması gibi çok bü­yük hayırları netice vermiştir. Bu açıdan da denebilir ki, mu­si­bete terettüp eden bir ceza, bazen bin hayrın mukaddimesi de olabiliyormuş.

Bizler için de aynı şeyler mukadderdir. Başımıza gelen her musibeti, elimizle işlediğimiz bir kötülüğün neticesi saymalı ve kasvet bağlamış şahsî veya içtimaî ufkumuzun açılmasına da bir vesile telakki edip öylece Allah'a tevbe ile yönelmeli, sonra da neticede hamd etmeliyiz.

Sözlerimizi bir hadis mealiyle noktalayalım:

"Mü'minin işine şaşarım! Mü'minin her hâli hayırlıdır. O, kendisine bir musibet isabet ettiği zaman sabreder, bu, onun için hayırlıdır. Nimet isabet ettiği zaman da şükreder, bu da onun için yine hayırlıdır."

Allah, bizleri bu hâl ile hâllendirsin!


Konular