Zekâta Müstehak Olmanın Şartları ve Zekât Almanın adabı

Kişiyi Zekâta Müstahak Kılan Sebepler
Zekâta ancak Benî Hâşim ve Benî Muttalib soyundan olmayan hür bir müslüman müstahaktır. Zekâta müstahak olan bu müs
lümanda Allah Teâlâ'nın kitabında zikredilen sekiz sınıfın özelliklerinden birisi mevcuttur. Bu bakımdan zekât, kâfire, köleye, Benî Hâşim ve Benî Muttalib'e mensup bir kimseye verilemez.

Çocuk ve deliye gelince, onların velîleri, kendi yerlerine zekâtı kabul ettiği takdirde onlara verilir. Bu bakımdan biz sekiz sınıfın vasıflarını beyan edelim:

I. Fakirler
Fakir, malı olmayan ve çalışmaya gücü yetmeyen kimse demektir. Eğer kişinin yanında günlük nafakası ve hâline münasip elbisesi bulunursa, fakir sayılmaz, fakat miskindir. Eğer günün yarısına yetecek derecede nafakası varsa, fakirlikten çıkmaz. Beraberinde kamis iç gömlek bulunur, mendili, mesti ve donu bulunmazsa, sırtındaki kamis kıymeti de, satıldığı takdirde, fakirlerin hâline uygun kamis, mendil, mest ve don almaya yetmezse, yine fakirdir. Çünkü şu anda muhtaç bulunduğu şeyler yanında yoktur ve onları elde etmekten de âciz bulunmaktadır.

Bu bakımdan bir insanın fakir sayılabilmesi için setr-i avretinden başka bir şeyinin bulunmamasını şart koşmak doğru bir görüş değildir. Çünkü böyle bir fakir, dünyada bulunmaz. Kişinin dilenciliği kendisine âdet edinmesi, onu fakirlikten çıkarmaz. Bu bakımdan dilencilik kazanç sayılmaz. Çalışmaya kudreti olduğu takdirde, böyle bir iktidar kendisini fakirlikten kurtarır. Eğer ancak bir âletle çalışma gücüne sahipse (yanında o âleti satın alabilecek para da yoksa) fakir sayılır. Fakat kendisine o âletin zekât malıyla satın alınması câizdir. Eğer şânına yakışmayan bir çalışmaya gücü yetse bile yine fakir sayılır. Şer'î ilimlerle meşgul olan bir fakirse, çalıştığı takdirde ilim tahsilinden mahrum kalıyorsa, bu gücü dikkate alınmaz ve kendisi fakir sayılır.

Eğer kendisini çalışmaktan alıkoyan ibadet vazifeleriyle meşgul olan bir âbid ise, vakitlerin virdleri çalışmasına engel oluyorsa, böyle bir durumda çalışmalıdır. Çünkü çalışmak, nafile ibadetlerden daha evlâdır.

İşte Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
Helâl malı elde etmek için çaba sarfetmek farzdan sonra farzdır.31

Hz. Peygamber (s.a) 'Farzdan sonra farz' tabirinden kazanç yolunda gösterilen gayreti kasdetmektedir.

Hz. Ömer 'Şüphe içinde bulunan kazanç dahi dilencilikten hayırlıdır' buyurmuştur.

Eğer fakir, babasından gelen nafaka veya nafakasını vermek mecburiyetinde olan kimseden gelen nafaka ile yetinirse, böyle bir yoldan nafakayı temin etmek çalışmaktan daha kolaydır. Bu bakımdan böyle bir kimse, fakirlikten kurtulmuş demektir.

II. Miskinler
Miskin, geliri giderini karşılamayan bir kimse demektir. Bazen insanın elinde bin dirhem para olsa da miskin sayılır. Bazen de balta ve ipten başka bir şeye sahip olmadığı halde zengin sayılır. Kendi hâline uygun bulunan oturma evleri ve elbiseleri, kişiyi miskinlikten çıkarmaz. Ev eşyası da bu kabildendir. Yani kendi hâline uygun ev eşyası bulunursa, bu da kendisini miskinlik vasfından çıkarmaz. Fıkıh kitaplarının olması da insanı miskinlik sıfatından kurtaramaz. Eğer kişinin malı sadece kitaplarından ibaretse, kendisine sadaka-i fıtır lâzım gelmez.

Kitab'ın hükmü elbisenin ve ev eşyalarının hükmü gibidir. Çünkü kişi, bunlara muhtaç olduğu gibi, kitaba da muhtaçtır.

Fakat kitaptan ihtiyacını gidermek hususunda ihtiyatlı davranması gerekir; zira kitap üç gaye için gereklidir:
a) Öğrenmek
b) İstifade etmek
c) Mütalâa etmek suretiyle neşe almak
Neşe almak ihtiyacı mâkul bir ihtiyaç sayılmaz. Şiir, geçmiş hâdiselerin tarihleri, âhirette faydası olmayan ve dünyada da ancak gezme yerini tutan kitapların benzerlerinin edinilmesi gibi... Böyle bir kitap sahibine düşen kefaretin ödenmesi ve fitrenin verilmesi için, satıldığı gibi, miskinlik vasfını da kaldırır.

Öğrenmek ihtiyacına gelince, eğitmen, öğretmen ve müderrislik gibi ücretle yapılan hizmetler içinse, bu kitap onun çalışma âleti sayılır. Böyle bir kitap, fitreyi ödemek için satılmaz. Tıpkı terzi ve diğer sanatkârların âletlerinin satılmaması gibi... Eğer öğrenci, farz-ı kifâye olan bir ilmi elde etmek için o kitabı okuyorsa, yine satılmaz ve kendisini miskinlik vasfından kurtarmaz. Çünkü bu önemli bir ihtiyaçtır.

İstifade ihtiyacına ve kitaptan öğrenmeye gelince, gelecekte nefsini tedavi etmek için, tıp kitaplarını, mütalâa edip ibret almak için de vaaz kitaplarını saklamak gibi... Eğer böyle bir kimse, başka doktoru ve vâizi olan bir memlekette yaşıyorsa bu kitapları saklamamalı ve satarak ihtiyaçlarını temin etmelidir. Eğer bulunduğu memlekette tabib ve vâiz yoksa, bu kitaplara muhtaç olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Bütün bu söylediklerimizden sonra şunu da ilâve edelim ki, kişi birçok zaman ancak uzun bir müddetten sonra kitabı mütalâa etmeye muhtaç olur. Bu bakımdan bu ihtiyaç müddetini de bir zapt u rapt altına almak gerektir.

Hakikate en yakın söz şudur: Senede ancak bir defa mütalâasına muhtaç olduğu kitap, zarurî ihtiyaçtan sayılmaz. Zira günlük yiyeceğinden fazla malı bulunan bir kimseye fitre vermek gerekmektedir. Madem ki, yiyeceği günlük olarak takdir edildi, ev eşyaları, bedene ait giyecekler de senelik olarak takdir edilmelidir. Bu bakımdan yazlık elbiseler kış mevsiminde sattırılmaz. Kitaplar ise, elbise ve ev eşyalarına daha çok benzeyen bir maldır. Bazen kişinin aynı kitaptan iki nüshası vardır. Bu bakımdan ikisinden birine ihtiyacı yok demektir. Eğer derse ki, 'Birisi daha doğru, diğeri ise daha güzeldir, bunun için ben ikisine de muhtacım', biz cevaben kendisine deriz ki, 'En doğruyu kendine sakla ve en güzeli de sat, müreffeh yaşamayı bırak. Eğer aynı ilim dalıyla ilgili iki nüsha kitabı varsa, biri uzun, diğeri kısa ise, durumuna bakılır. Eğer gayesi istifade etmekse, uzununu kendisine bıraksın ve diğerini satsın. Eğer gayesi tedris ise, bunların ikisine de ihtiyacı var demektir. Çünkü birisinde olan fayda diğerinde yoktur'.

Bu meselelerin bu şekilde tasviri sonsuza doğru uzayabilir. Fıkıh ilminde bu meselelerin tahliline girişilmemiştir. Bizim bun-ları burada zikretmemizin sebebi, bunların umumî bir belâ oluşlarından ileri geldiği gibi böyle bir düşüncenin, aksinden daha iyi ve güzel olduğuna dikkatleri çekmek içindir. Zira bu suretlerin sayılması mümkün değildir. Çünkü kitaplar hakkında düşünülenin benzeri ev eşyasının miktarı, adedi, nev'i hakkında da, elbisenin, evin genişliği ve darlığı hakkında da düşünülebilir. Bu hâdiselerin belirtilmiş hududları yoktur. Ancak fâkih, bu hâdiseler hakkında kendi reyiyle ictihad eder. İctihadında gördüklerine dayanarak bazı sınırlamalar koyar. Bu hususta şüphenin tehlikelerine dalar. Müttakî bir kimse için bu hususlarda en ihtiyatlısı hangisi ise, ona yapışır, şüpheliyi bırakır, şüphesize gider. Karşılıklı taraflar arasında bulunan müşkil orta dereceler sayılmayacak kadar çoktur. İnsanoğlunu bunlardan ancak ve ancak ihtiyatlı davranmak kurtarabilir. Allah daha iyi bilir.

III. Âmiller (Zekâtı Toplayan Görevliler)
Bunlar halife ve kadı hariç zekâtı toplayan bütün devlet memurlarıdır. Eksper, kâtip, alan, koruyan, nakledip getirenler de bu sınıfa dahildir. Bunların hiç birisine normal ücretinden fazla olarak zekât malından maaş verilemez. Eğer bunlar için ayrılmış zekât sermayesi artacak olursa, onlara değil, diğer sınıflara verilmelidir. Topladıkları zekât, ücretlerini karşılayamazsa noksanları devlet hazinesinden karşılanır.

IV. Müellefet'ül-Kulüb (Kalpleri İslâm'a Kazandırılmak İstenen Kimseler)

Bunlar müslümanlığı kabul eden kabile reisleri olup, kabileler arasında sözleri geçerlidir. Kendilerine zekât vermek, onları İslâmiyet'e bağlamak ve onların benzerlerini ve tebaalarını da İslâm'a girmeye teşvik etmek demektir.

V. Mükâteb Köleler
Kölenin payına düşen zekât, onu mal mukabilinde âzâd etmeyi şart koşan efendisine teslim edilir. Ancak doğrudan doğruya köleye teslim edilmesi de câizdir. Efendi, kendi zekâtını akdi kitabet yaptığı kölesine veremez; çünkü o köle henüz kendisinin sayılmaktadır.

VI. Borçlular
Borçlu, ibadet veya helâl bir mesele için borçlanan fakir kimsedir. Eğer borçlandığı parayı mâsiyete sarfetmişse, bu borcu, ancak tevbe ettiği takdirde zekâtla ödenir. Eğer zenginse, borcundan ötürü kendisine zekât verilemez. Ancak zengin, umumî menfaat veya bir fitne ateşini söndürmek için borçlanmışsa, o zaman bu borcunu kapatması için kendisine zekât verilebilir.

VII. Gârimûn
Bunlar devlet bütçesinden maaş almayan gâzilerdir. Zengin olsalar bile savaşmalarına yardımcı olması için zekâtın bir kısmı onlara verilir.

VIII. Yolcular
Zekât alabilecek yolcu, memleketinden, mâsiyet için değil mübah bir iş için çıkmış kimse veya zekât verenin memleketinde bulunan bir gariptir. Böyle bir insan, fakirse, kendisine zekâttan verilir. Bu kimsenin başka bir memlekette malı varsa, kendisini o memlekete ulaştırabilecek kadar zekât verilir.
Şayet bu vasıfların nasıl bilineceğini soracak olursan, şöyle deriz: Kişinin fakir veya miskin olması, kendi ifadesiyle bilinir. 'Ben fakirim veya miskinim' diyen kimseden fakir veya miskin olduğuna dair delil istenmez ve yemin ettirilmez. Kesinlikle yalancı olduğu bilinmedikçe sözüne îtimad edilir.

Gaza ve sefere gelince, bunlar gelecek zamana ait hâdiselerdir. Bu bakımdan kişi 'Ben gâziyim' dediği zaman, kendisine zekât ve-rilir; gazâya gitmediği takdirde de, geri alınır. Zekâtı alan diğer sınıflara gelince, onların bu saydığımız sınıflardan olduklarına dair delil lâzımdır. İşte zekât alabilmenin şartları bunlardır. Bu sınıflardan kime ne kadar zekât verileceği meselesine gelince, onu ileride beyan edeceğiz.



31) Taberânî, Beyhakî, (İbn Mes'ud'dan zayıf bir senedle)