ADALET KAVRAMI

ADALETİ KAVRAMAK



Her insan, hayatı boyunca başından geçen bütün hadiseler, alâkadar olduğu bütün meseleler ve ruhunda kaynayan bütün düşünce ve hislerle ayrı bir eser sergiliyor. Bu eserin, tamamına beşer olarak sadece kendisi vâkıf. Gel gör ki, o bile eserini kelimesi kelimesine hıfzetmiş değil. Baş sayfalara doğru gidildikçe unuttuğu şeyler çoğalır.

Hâl böyle olunca, bir insanın bir başkası hakkında bildikleri ne kadar üstünkörü, ne kadar sathî, ne kadar gelişigüzeldir!

Her insanın hayatına ayrı bir eser dedik. Biz bu milyarlarca eserden bazılarının sadece isimlerini biliyoruz. Bir kısmının ancak bazı yönlerine vâkıfız. Diğer bir kısmını da şöyle bir görmüş geçmişiz. Bu üç sınıfın dışında kalan milyarların ise yüzlerini dahi görmüş değiliz.

İşte, sayısını dahi bilmediğimiz bunca insanın hukukullah ve hukuk-u ibadla (kul hakkıyla) ilgili her çeşit düşünce, niyet ve fiillerine vâkıf olmadıkça İlâhî adaleti kavrayamayız.

Nedir hukukullah?

Başta, Allah'ın varlığına iman, birliğini tasdik, mukaddes Zâtını bütün noksan sıfatlardan tenzih.

Sanatını tefekkür, cemâline muhabbet ve kemaline hayret, nimetlerine hamd etmek.

Azamet ve celâline karşı korku içinde bulunmak.

Emirlerine sımsıkı sarılmak, yasak kıldıklarının semtine uğramamak. “Yaklaşma!” dediğinin gölgesinden tiksinmek, “Uğraşma” dediğinin kokusundan iğrenmek.

Ve daha niceleri.

Kulların hukukuna gelince, en kısa ifadesiyle, hem bir kul olan nefsimizin, hem de diğer nefislerin maddî-manevî haklarına riayet etmemiz ve onları her çeşit tehlikelerden korumamız.

Elimizi başkasının malından, dilimizi gıybetten uzak tutmamız. Organlarımızı, duygularımızı, servet ve makamımızı meşru hudutlar dahilinde kullanmamız...

Gelelim bir başka sahaya:

İnsan, zaman şeridinin sadece küçük bir bölümünü ve ancak üstünkörü seyredebiliyor. Bilgisi kısır, ufku dar. Ruhlar âleminde başlayan ve Cennet yahut Cehennemle son bulacak olan beşer yolculuğunun yalnız elli altmış senelik bir bölümünü görebiliyor. Halbuki, adaletin önemli bir cephesi “zalimlerin cezalandırılması”, “zerre kadar da olsa hayır, yahut şerrin neticesiz kalmaması”, “hayaline dahi tahammül mümkün olmayan o azabın tadılması” ve “o akıl almaz saadetlerin bahşedilmesi”dir.

İnsan, altmış yılın sonsuzluk yanında hiçe indiğini, tamamının saadetle geçse de ruhu doyurmadığını, hep elemle dolsa da bir önem taşımadığını kavrayabilse, meselenin özüne yanaşacaktır.

Yoksa, ölüm hadisesiyle bu dünya rahminden dışarı atıldığını, hakikî hayatın ondan sonra başladığını bilmezse kendisini aldatır.

Her insanın bedeni bir elbise gibi. Kısa bir imtihandan sonra, ölüm kanunuyla o kumaş sökülür, her ip eski yerini alır. Ama bu arada çok şeyler olmuş, o bedende misafir kalan ruh, ya iman, ilim ve güzel ahlâkla dolarak göçmüş, yahut azabı hak ederek ayrılmıştır.

Bunu unutan ve hadiseler içerisinde kendini kaybeden bir ruh adaleti kavrayamaz.

•••

Ruhunu unutan insan, bedeniyle, eviyle, işyeriyle oyalanır. Kalbinin açlığını, başkasının servet ve makamına hasetle tatmin etmek ister. Kıskandığı o şaşaaların arkasında da tatmin olmak isteyen başka ruhlar olduğunu bilmezlikten gelir. Mevcut hâlin, o ruhların lehine mi, aleyhine mi olduğunu bilemez. Artık bu insan adaleti tam mânâsıyla nasıl anlayabilir?

İnsan, hangi musibetin hangi ruhu ne kadar yükselttiğini, yahut hangi debdebenin hangi insanı nerelere düşürdüğünü hakkiyle bilemiyor. Bu hâliyle İlâhî adaleti nasıl kavrayabilir?

•••

Elem ve lezzet bu âlemde iç içe. İkisi de hem cefanın hem de sefanın tohumunu saklar. Elemlere sabır, ihsanlara şükür; ikisi de insanı lütuf beldesine götürür. Aynı şekilde hastalıklara isyan, yahut sıhhatin kadrini bilmemek; ikisi de kahır zindanına düşürür.

Kısacası, önemli olan akıbettir, yolculuk değil; hedeftir, vasıta değil.

Adaleti bundan gafil olarak düşünenler hakikati bulamaz, ancak kendilerini oyalar, aldatır.

1 yorum

yüregine saglık

yüregine saglık güzel anlatmişsin güzel yazmişsin adaletin kavrami tesekkürler

16.09.2008 - asi_061

Konular