Şahsı manevinin sadakat sırrından ve sevabından mahrum kalanlar.

sevgili kardeşlerim LÜTFEN SABIRLA OKUYUN BU BİR HAKŞKAT DEFİNESİDİR.
beslendiğim kaynak talebeliği şöyle tarif ediyor şöyle de tasnif ediyor,talebeliğin şartlarını şöyle ilan ediyor,bu yazıyı okuyunca kardeşlerim ne dediğimi anlarlar.çünkü aynı kaynaktan beslendiğimi söylenenler bunların niçin yapılmadığını bilmeleri gerekir..nasıl bir şahsı maneviden mahrum olduklarını anlarlar,nasıl bir hizmetten mahrum olduklarını anlarlar,hangi kaynaktan beslenmekten mahrum kaldıklarını anlarlar.Bediüzzaman hazretlerinin birinci talebelerinden ders alanlarla hiç almayanların farklılıklarını anlarlar,risalei nurlarda görmedikleri bilmedikleri hakikatler olduğunu anlarlar.yüz şehid sevabından nasıl mahrum bırakıldıklarını anlarlar

Her ferd için, maddî ve manevî olmak üzere Cenâb-ı Hakkın ihsan ettiği iki şahsiyet vardır. Kişinin maddî şahsiyeti, maddî varlığından ibarettir. Şahs-ı mannevî
ise aile, çevre, vazife, hizmet, şerefve kişinin etkisinde bulunan bütün alanları kuşatır. Allah’ın her ferde verdiği maddî varlık, diğer ferdlerden farklı özelliklere sahip olduğu gibi, şahs-ı manevîsi de diğerlerinden farklıdır.
Mesela, bir cemaati teşkil eden zatın şahs-ı manevîsi o cemaatin genişliğine ve büyüklüğüne göre büyük olur. Bir devleti idare edenin şahs-ı manevîsi ise etkili olduğu alana ve o devletin büyüklüğüne göre olur.
Evet, iyilik yapanların bir şahs-ı manevîleri olduğu gibi, fenalık yapanların da bir şahs-ı manevîleri var olduğunu unutmamalıyız. Kişinin yalnız başına hizmeti maddî şahsiyetine göre küçüldüğü gibi, cemaatten müteşekkil olan bir şahs-ı manevînin hizmeti ise o nisbbette
büyük olur. Bir şahs-ı manevînin eczaları hükmündeki ferdler eğer yaptıkları
hizmet ve ibâdetin getirdiği sevapta da ortak olsalar, o ortaklık bir şirket-i manevîyeyi netice verir. Yani her ferd kazandığı sevap ve hasenâta umum cemaati dâhil etse ve bütün ehl-i imana yaptığı duânın haricinde, o cemaatin ferdlerini, ailesiyle birlikte hususî duâlarına
ve kazançlarına ortak etmeyi niyet etse, o şirket-i manevîye teşekkül etmiş olur. Aynı zamanda her ferd o şirketin getirdiği bütün kazanç ve sevaplara rahmet-i ilahiye ile sahip olur.
Evet, eğer on kişi ittifak edip birer milyar ortaya koysalar, bir sene çalıştırsalar,
yüzde yüz kazandıkları takdirde, yirmi milyarlık sermayesi olan bir şirketleri olur. Görünüşte hepsi de o şirketin sahipleri sayılırlar. Fakat herkes ancak hissesine göre istifade eder. Eğer bir taksimat yapılsa, her birine ikişer milyar düşer. Zira maddî ticarette iş böyle olur. Ama manevî ve nuranî şirketlerde iş değişir. Çünkü manevî şirketlerin getirdikleri umum sevap ve nurun her birinin defter-i amaline bitamamiha geçeceği ehl-i hakîkatin arasında
meşhud ve vaki’dir, Rahmet ve hikmet-i İlahiye’nin de muktezasıdır.
Mesela, bir salonda yüz adam bulunsa,her birinin on watlık bir lambası olsa, birisi o salona lambasını takmış olsa, umum o cemaatin her birisi on watlık bir ışıktan istifade eder. O cemaatin orda bulunması lamba sahibinin istifadesini azaltmadığı gibi, dışarıya çıkmaları da onun ışıktan istifadesini arttırmaz. Eğer herkes elindeki lambayı salona takmış olsa, o zaman her bir ferd yalnız kendi lambasından istifade etmez. Aksine her birisi bin watlık ışıktan istifade eder. Aynen öyle de eğer bin kişi uhrevvîamellerin sevabında ortak olsa ve o niyet ile hizmet etse her birisi bir günde on sevap kazandıkları takdirde, o zaman şirketin kazandığı sevap on bin olur. Sevap nur olduğundan her birinin defter-i a’mâline eksiksiz on bin sevabın
hepsi geçer. Ancak kişinin ihlas ve samimiyetine binaen aynasının sâfiyetinden
kaynaklanan bir farklılık olabilir. Eğer onlardan birisi o şirketten ayrılsa, kendi başına sevap kazanmaya çalışsa, yine her gün on sevap kazanmak şartıyla bin günde ancak o on bin sevabı elde edebilir. İşte “mü’minin niyeti amelinden daha hayırlıdır”, “ameller niyetlere göredir”, “cemaatte rahmet vardır”, “Allah’ın inâyeti, tevfîki cemaatle birliktedir.”gibi hadis-i şeriflerin ifade ettiği hakîkatler böylece anlaşılmış olur.
İşte bu zamanda Risâle-i Nûr talebelerininde âlem-i İslâm kadar geniş, belki bütün dünyaya yayılmış bir şahs-ı manevîsi var. İhsan-ı ilahî olarak o şahs-ı manevînin bir şirket-i manevîyesi bulunur. İnşaallah hâlis bir niyetle o şirkette ortak olan her ferd, bütün ferdlerin misl-i sevaplarını kazanır. Zaten böyle felaket ve helaket bir asırda bu kadar büyük tahribata karşı insan ancak bu kadar sevap ve manevî kuvvet ile dayanabilir.
Yoksa bir insanın, her taraftan hücum eden günahlara karşı hususî ibâdetleriyle
dayanması çok zor olur. Rabbim bizleri muhafaza eylesin. Amin!

SADÂKAT SIRRI

Bu şirket-i manevîye hususunda yine söz Bediüzzaman hazretlerinindir; sözü O’na bırakalım:
“Evet Risâle-i Nûr’un bu dehşetli zamanda kazandırdığı iki netice-i muhakkakası herşeyin fevkindedir, başka şeylere ve makamlara ihtiyaç bırakmıyor.
“Birinci neticesi: Sadakat ve kanaatla Risâle-i Nûr dairesine giren,
imanla kabre gireceğine gâyet kuvvetli senedler var.” Evet iman edip amel-i salih işleyenlerin ehl-i cennet olacakları pek çok ayet-i kerimede ifade ediliyor. İnşaallah Risâle-i Nûra sadakatla girenler, iman edip amel-i salihi işleyenlerin sınıfına dahil olurlar.
“İkinci neticesi: Risâle-i Nûr dairesinde, ihtiyarımız olmadan, haberimiz yokken takarrur ve tahakkuk eden şirket-i manevîye-i uhreviye cihetiyle herbir hakikî sadık şakirdi; binler diller ile, kalbller ile duâ etmek, istiğfar etmek, ibâdet etmek ve bazı melaike gibi kırk bin lisan ile tesbih etmektir. Ve Ramazan-ı Şerif’teki hakîkat-ı Leyle-i Kadir gibi kudsî ve ulvî hakîkatları, yüzbin el ile aramakttır.

İşte bu gibi netice içindir ki; Risâle-i Nûr şakirdleri, hizmet-i nuriyeyi velâyet makamına tercih eder; keşf ü keramatı aramaz; ve âhiret meyvelerini dünyada koparmaya çalışmaz; ve vazife-i İlahiye olan muvaffakıyet ve halka kabul ettirmek ve revaç vermek ve galebe ettirmek ve müstehak oldukları şân ü şeref ve ezvak ve inâyetlere mazhar etmek gibi kendi vazifelerinin haricinde bulunan şeylere karışmaz ve harekâtını onlara bina etmezler. Hâlisen, muhlisen çalışşırlar,«Vazifemiz hizmettir. O yeter» derler. (Kastamonu Lahikası) tavize müsaade yok.

RİSALEİ NURLARA KALEMLE HİZMET

Evet bu şirket-i manevîyeye dahil olmanın şartlarının neler olduğunu yine Risâle-i nûrlardan öğrenelim:
“Birincisi: Risâle-i Nûr’a intisab eden zâtın en ehemmiyetli vazifessi,onu yazmak veya yazdırmaktır ve intişarına yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran, Risâle-i Nûr talebesi ünvanını (ismini) alır. Ve o ünvan altında, her yirmi dört saatte benim lisanımla belki yüz defa, bazen daha ziyade hayırlı duâlarımda ve manevî kazançlarımda hissedar olmakla beraber; benim gibi duâ eden kıymetdar binler kardeşlerin ve Risâle-i Nûr talebelerinin duâlarına ve kazançlarına dahi hissedar olur.” (Kastamonu Lahikası


Risâle-i Nûru yazmanın beş türlü dünyevi faydası vardır:
1- Rızıkta bereket.
2- Kalbde rahat ve sürur.
3- Maişette sühûlet.
4- İşlerinde muvaffakıyet.
5- Talebelik faziletini almakla, bütün Risâle-i Nûr talebelerinin has duâlarına hissedar olmaktır.” (Kastamonu Lahikası)
Bu cümlenin ifade ettiği gibi Risâle-i Nûru yazan şüphesiz talebelik faziletini kazanarak bütün Risâle-i Nûr talebelerinin has duâlarına hissedar oluyor.

“Kalemle (yazarak) Nurlara hizmet ve sadakatla talebesi olmanın
iki mühim neticesi vardır:
1- Âyât-ı Kur’âniyenin işaratıyla, imanla kabre girmektir.
2- Bütün şakirdlerin manevî kazançlarına,Nur dairesindeki şirket-i manevîye sırrıyla, umum onların hasenatlarına hissedar olmaktır.
Hem bu talebesizlik zamanında,melaikelerin hürmetine mazhar olan talebe-i ulûm-ı diniye sınnıfına dâhil olup âlem-i berzahta -talii varsa, tam muvaffak olmuşsa-
Hâfız Ali ve «Meyve»de bahsi geçen meşhur talebe gibi; şüheda hayatına mazhar olmaktır.” (Emirdağ Lahikası)
Bu izahta da görüldüğü gibi anlatılan kazanç, başta kalemle Risâle-i Nûrları yazarak hizmet etmek ve sadakatle talebesi olmak ile ancak kazanılıyor. Demek bu iki şart ihmal edilmemelidir.

KANAAT SIRRI

Yanlış bir yorum yapmamak için, Risâle-i Nûr’da geçen şu ifadeye dikkkat
etmemiz lazım: “Hazret-i İmam Ali Radıyallahü Anh huruf-ı ecnebiyi
İslâmlar içinde kabul ettirmek hadisesi ile ulemaü’s-su’un (kötü alimlerin) bid’alara yardımlarından teessüfle bahsedip o iki hadise ortasında irşadkârane bazılarından bahsediyor ki, o Sekine olan İsm-i Âzam ile ecnebi hurufuna karşı mukabele ediyor. Ve hem ulemaü’s-su’a karşı muhalefet ediyor.

İşte bu zamanda o âdemler Risâle- i Nûr şakirdleri ve naşirleri oldukları şüphesizdir. Çünki onlardır ki hatt-ı Kur’ân’ı muhafaza ediyorlar ve bid’akâr bir kısım ulemalara karşı mukavemet ediyorlar.” (18.Lem’a)
“Hem madem ben sizlere kanaat ettim ve ediyorum, başkalara bakmıyorum, meşgul olmuyorum. Siz dahi Risâle-i Nûr’a kanaat etmeniz lâzımdır, belki bu zamanda elzemdir.
Hem şimdilik bazı ülemanın yeni eserlerinde meslek ve meşreb ayrı ve bid’atlara müsaid gittiği için, Risâle-i Nûr zındıkaya karşı hakaik-i imaniyeyi muhafazaya
çalışması gibi, bid’ata karşı da huruf ve hatt-ı Kur’ân’ı muhafaza etmek bir vazifesi iken…” (KastamonuLahikası)

BİD’AT HAK OLMAZ!

Bazı kişilerin “Kur’an hattı ile yazmak bir meşrebtir” demelerine mukabbil,
Bediüzzaman Hazretleri Risâle-i Nûr’un bir vazifesi de bid’ata karşı huruf ve hatt-ı Kur’anı muhafaza etmek olduğunu belirterek bu görüşün doğru olmadığını beyan etmektedir. Bazıları da “Kur’an harfleriyle hizmet ‘ehaktır’(daha haktır) diğer hurufat ile hizmet ise ‘haktır’. Hakta ittifak ehakta (daha hak olanda) ihtilaf olduğundan hakk ehaktan ehak olur.”diyorlar. Hâlbuki yukarıda Bediüzzaman Hazretleri latin harflerinin bid’at olduğunu ifade ediyor. Bid’at olan birşşeye nasıl hak denilebilir?
Hem bilindiği gibi bu zamanda memleketimizde kitapları tedkik ve tashih eden umumun kabul ettiği bir heyy’et bulunmadığından önüne gelen, din namına kitap yazıp piyasaya sürüyor. Doğrusu yanlışı tesbit edilmediğinden nur talebelerinin, yetişinceye
kadar, i’tikadları bozulmaması için rastgele eser okumalarına müsaade edilmiyor.
Bütün ülemanın tasdikiyle ehl-i sünnete göre sıhhati kabul edilen Risâle-i Nûrlara kanaat etmeleri isteniyor.
“Bid’a ile amel eden, kalben tarafdar olmamak şartıyla dost olabilir.” (Kastammonu
Lahikası, 163)

TALEBE, KARDEŞ, DOST

“[Onuncu Mes’ele] Ziyaretçilere aid bazı dostlar tarafından ihtar ile, bir düstur izah edilmek istenilmiştir. Onun için yazıl mıştır.
Malûm olsun ki: Bizi ziyaret eden, ya hayat-ı dünyeviye cihetinde gelir; o kapı kapalıdır. Veya hayat-ı uhreviye cihetinde mânevîgelir. O cihette iki kapı var: Ya şahsımı mübarek ve makam sahibi zannedip gelir. O kapı dahi kapalıdır. Çünki ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmmiyorum.
Cenâb-ı Hakk’a çok şükür, beni kendime beğendirmemiş. İkinci cihet, sırf Kur’ân-ı Hakîm’in dellâlı olduğum cihetlledir.
Bu kapıdan girenleri, alerre’si vel’ayn (baş göz üstüne) kabul ediyorum.
Onlar da üç tarzda olur: Ya dost olur, ya kardeş olur, ya talebe olur. Dostun hasssası
ve şartı budur ki: Kat’iyen, Sözler’e ve envâr-ı Kur’âniyeye dair olan hizmetimize ciddî tarafdar olsun; ve haksızlığa ve bid’aalara ve dalalete kalben tarafdar olmasın, kendine de istifadeye çalışsın.
Kardeşin hassası ve şartı şudur ki: Hakikî olarak Sözler’in neşrine ciddî çalışmakla beraber, beş farz namazını eda etmek, yedi kebairi işlememektir.
Talebeliğin hâssası ve şartı şudur ki: Sözler’i kendi malı ve te’lifi gibi hissedip sahib çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini,onun neşir ve hizmeti bilsin.(Mektûbât, 141)
Evet her ne kadar kardeş ve talebe için bid’aya taraftar olmamak şartını getirmiyorsa
da onlar için böyle bir şart yoktur denilemez. Çünkü dost için geçerli olan şartlar kardeş için de geçerlidir.
Dost ve kardeş için geçerli olan şartlar ise talebe için de geçerlidir. Dost için bile kabul edilmeyen bir şey kardeş ve talebe için kabul edilebilir mi? Hem talebe, talebe olduğu gibi aynı zamanda kardeş ve dost olur. Kardeş ise kardeş olduğu gibi aynı zamanda dosttur. Bu hususta tekellüflü yorumlara kaçmak yanlış olur.

OKUMAK, DİNLEMEK, YAZMAK

“Her bir âdem eğer hanesinde dört-beş çoluk çocuğu bulunsa kendi hanesini bir küçük Medrese-iNuriyeye çevirsin. Eğer yoksa, yalnız ise, çok alâkadar komşularrından
üç-dört zât birleşsin ve bu heyet bulundukları haneyi küçük bir Medrese-i Nuriye ittihaz etsin. Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş-on dakika dahi olsa Risâle-i Nûr’u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir mikdar meşgul olsalar, hakikî talebe-i ulûmun sevablarına ve şereflerine mazhar oldukları gibi, İhlas Risâlesi’nde yazılan beş nevi ibâdete de mazhar olurlar. Hakikî ilim talebeleri gibi, onların maişetlerini temin hususundaki âdi muameleleri de bir nevi ibâddethükmüne geçebilir diye kalbe ihtar edildi. Ben de kardeşlerime beyan ediyorum.” (Emirdağ Lahikkası,c. 2, 276)

Bediüzzaman Hazretleri “beş-on MESELESİ dakika dahi olsa Risâle-i Nûr’u okumak
veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir mikdar meşgul olsalar, hakikî talebe-i ulûmun sevablarına ve şereflerine mazhar oldukları …” cümlesini bazıları yanlış yorumluyor. Sanki üstad bu ifade ile okumak, yazmak veya dinlemekten yalnız birisini kastediyormuş
gibi yorumluyorlar. Halbuki beş-on dakikalık boş vakitte biraraya gelirken bu üç vazifeden hangisini yapmak mümkün ise o yapılsın demektir. Aynı kişi bazen yazar bazen okur bazen de dinleyebilir demektir. Yukarıda bahsi geçen “İhlas Risâlesi’nde yazılan beş nevi ibâdete de mazhar olurlar.” cümlesinde ifade edilen meseleyi aynen buraya alıyoruz:



“[Bir kısım Kardeşlerime hususî bir mektubdur.](acaba bu husisilik kime aittir.?
Yazıda usanan ve ibâdet ayları olan şuhur-ı selâsede sair evradı, beş cihetle ibâdet sayılan Risâle-i Nûr yazısına tercih
eden Kardeşlerime iki hadîs-i şerifin bir nüktesini söyleyeceğim. (…)
Bu kıymetli mektubda Üstadımızın işaret ettiği beş nevi ibâdetin izahını
kendilerinden taleb ettik. Aldığımız izah şöyledir.
1 - En mühim bir mücahhede olan ehl-i dalalete karşı manen mücahede etmek.2 - Üstadına neşr-i hakîkat cihetinde yardım suretiyle hizmetetmek. 3 - Müslümanlara iman cihhetinde
hizmet etmek. 4 - Kalemle ilmi tahsil etmek.5 - Bazan bir saati bir sene ibâdet hükmüne geçen tefekkürî olan ibâdeti yapmaktır.” (Lem’alar, 175)

İşte bu hakîkat dahi yoruma ihtiyaç bırakmadan Bediüzzaman Hazretlerinin o ifadeleriyle neyi kastettiğini açıkca gösteriyor.

Yanlış anlaşılmasın bütün bu izahlar birilerini daire haricine atmak için gösterilen
bir gayret değildir. Hem böyle bir davranış Risâle-i Nûr’un mesleğine zıttır. Bir zamanlar Cuma vaazında hocaefendi cemaate vaaz ederken Cennettin bütün kapılarını kapatarak, cehennemin de bütün kapılarını sonuna kadar açarak “kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız.müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.” Hakîkatlerine muhalif olarak cemaati cehennemle tehdid ediyormuş. Cuma namazından çıktıktan sonra namazda bulunan başka bir hocaefendi “hocam herkesi cehenneme gönderiyorsun. Eğer Allah rahmetiyle cemaati affedip mânevî cennetine koyarsa sizin bu dedikleriniz size kalır.”diye söylemiş. Biz de Allah’ıın
rahmetinden diliyoruz ki, Rabbim bütün mü’minleri Risâle-i Nûr talebesi olarak cennetine koysun. Bu dediklerimiz de bize kalsın. Hem bilinsin ki asıl gayemiz bu hizmetin ölçülerini dusturlarını bilmek ve yaşamak ve Allah rızası için başkasına da göstermek ve şirket-i ma’neviyeye dahil olmak için gereken şartlarına riayet etmektir. Risâle-i Nûrr’un bir esası kabul edilen şefkatin neticesi olan Bediüzzaman Hazretlerinin şu cümlelerine birlikte kulak verelim:

“Ben cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül, gülistan olur.” Rabbimiz bizlere ve bütün kardeşlerimize bu fedakârlığı azami derecede ihsan eylesin. Âmin.
Burada, uzun olmaması için, Risâlle-i Nûr’un muhtelif yerlerinden paragraflar aldık. Bu yazıyı okuyan kardeşlerden ricamız, bizzat o kaynakları okumalarıdır.

RİSALAİ NURLARI LATİNCESİNDEN OKUMADA ZARURET

“Risâle-i Nûr’un bir vazifesi; huruf-ı Kur’âniyeyi muhafaza olduğundan, yeni hurufa zarûret derecesinde inşâallah müsaade olur.” (Kastamonu Lahikası, 137)
Zarûret meselesinin ne olduğunu yine Bediüzzaman Hazretlerinden dinleyelim: “Evet hayat-ı dünyeviyenin muhafazası için zarûret derecesinde olmak şartıyla, bazı umûr-ı uhreviyeye muvakkatten tercih edilmesine ruhsat-ı şer’iye var. Fakat yalnız bir ihtiyaca binaeen,
helâkete sebebiyet vermeyen bir zarara göre tercih edilmez, ruhsat yoktur. Halbuki bu asır, o damar-ı insanîyi o derece şırınga etmiş ki; küçük bir ihtiyaç ve âdi bir zarar-ı dünyevî yüzünden elmas gibi umûr-ı diniyeyi terkeder.” (Kastamonu lahikası

Üstad’ın da ifade ettiği gibi ancak helâket zarûret sayılıyor. İçtihad Rissâlesi’nde
de ve dört mezhebin fıkıh kitaplarında da zarûret bu şekilde izah ediliyor. Mesela ölüm tehlikesi geçiren bir şahıs ölmeyecek kadar, haramdan yiyebilir. Daha sonra hellali
bulma imkanına sahip olduğu halde o haramı yemeye devam edemez. O şahıs için zarûret bitmiş sayılır.
Aynen öyle de Kur’an yazısını bilmeyen ve öğrenme imkanına da sahip olmayan insanlarımız, o imkanı bulup öğreninceye kadar diğer yazılardan istifade edebilir. Bu onlar için bir zarûrettir. Öğrenme imkanını Bulduğu ve Risâle-i Nûrları da anladığı halde zarûret diyerek o yazıyı esas yapıp meslek haline getiremez.Bu kişiler için ruhsat-ı şer’iyye yoktur.


5 yorum

Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu....

Önce biz kendimize makam vermiyor diyorsunuz,daha sonra ''Biz söylüyorsak yaşıyoruz'' diyor bir makam veriyorsunuz... ''Bilgisayar karşına geçmiş o onu yapmış bilmem kim ne yapmış eleştirmiyoruz''diyorsunuz. Bu yapılan hoşunuza gitmiyor,ama sizde aynısını yapıyorsunuz bu ne çelişki?

15.01.2008 - ahsen-

ELEŞTİREN DEĞİL ELEŞTİRİLENİZ FARKIMIZ BU......

ŞAYET DİKKAT EDERSENİZ SİZ İŞİNİZE BİZ İŞİMİZE, MESAJI VERMEYE ÇALIŞIYORUM.ELEŞTİRİNİZİ ELEŞTİRİYORUM BIRAKIN DİYORUM BİZİ,BİZLER GİBİLERLE UĞRAŞMAYI TEBLİĞ YAPIN,AMA BİZE DEĞİL.
BİZ YAŞAMAYA ÇALIŞIYORUZ DERKEN MAKAM SAHİBİYİZ MANASI ÇIKARIYORSANIZ O SİZİN SIĞ ANLAYIŞINIZ.
TARTIŞMALAR KARDEŞLİĞİMİZE ZARAR VERDİĞİNDEN ŞAYET TAHRİK EDİLMEZSE BU ŞEKİLDE TARTIŞMAYI HOŞ BULMUYORUM.
ALLAH YOLUNUZU AÇIK ETSİN YAR VE YARDIMCINIZ OLSUN.

16.01.2008 - PARATONER

MIŞ MUŞ LA OLMAZ KENDİNİZ Mİ DUYDUNUZ MIŞ MUŞ MU?

Bir zamanlar Cuma vaazında hocaefendi cemaate vaaz ederken Cennettin bütün kapılarını kapatarak, cehennemin de bütün kapılarını sonuna kadar açarak “kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız.müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.” Hakîkatlerine muhalif olarak cemaati cehennemle tehdid ediyormuş. Cuma namazından çıktıktan sonra namazda bulunan başka bir hocaefendi “hocam herkesi cehenneme gönderiyorsun. Eğer Allah rahmetiyle cemaati affedip mânevî cennetine koyarsa sizin bu dedikleriniz size kalır.”diye söylemiş.
Yukarıdaki alıntıyı başk bir yazınızda da okumuştum Tahkik efendi zerre kadar insafınız varsa hocaefendinin bütün yazılarını okur bütün vaazlarını dinler eğer bulamazsanız böyle bir şey özür diler helallik alırsınız.

14.01.2008 - PARATONER

Mış muşların ucu menkibelere,islam tarihine de dayanır.

paratoner efendi siz okuduklarınızı akıl ile değil galiba karnınızdan okuyorsunuz,çünkü burada anlatılan hoca efendi başka hocaefendi ,sizin hocafendi insaflıdır,elinden gelse herkese cennete sokacak.algı çanağınızı insaf moduna getirin,hem mışlar muşların temeli israliyat,islam tarihi,peygamberler tarihi,vb gibi tarihi olaylarda da vardır.,risalei nurlarda hocanızın kitabında mışlar muşların yüzlercesine binlercesine rastlayabilirsiniz.mışlar muşlar eğer masal ise o zaman bütün tarih ve bütün kitaplar masaldan ibarettir.korkmayın bizler bir hakikatin üç yüzü dış yüzünü,yan ön arka yüzünü araştırıp öyle inanıyoruz,ilmel hakkel aynel meselesi anlarsınız.

Boş ve abes sözlerin maskaralığını yapmaktansa
güzel sözlerin hamallığını yapmayı tercih ederim.

15.01.2008 - tahkik

ÖZÜR OLSUN

Ha özür olsun ilmel yakın hakkel yakın yada aynel mertebeleri bize çok uzak olduğu ve mertebe vermek, hakk ın bir lürfu olduğundan bizim amacımız onun rızası doğrultusunda çalışmak.Verir yada vermez onun bileceği iş.
Anlıyorum ki sen insanlar ne yaparsa yada ne söylerse söylesin kapatmışsın gözlerinı ve kulaklarına görmeden duymadan doğruyum hakkım diye çığlık atıyorsun.
Tamam güzel kardeşim söylediklerinin hemen hepsi doğru da diğer kardeşlerini (şayet kardeş olarak görüyorsan)eleştirme diyorum.
Ayrıca biz masal falan da okumuyoruz lafla peynir gemisi de yürütmüyoruz en güzel tebliğ yaşamaktır düsturuyla kendimiz yaşamaya çalışıyoruz. metotlarımız sana uymayabilir bunu anlamamak senin sorunun lütfen işine bak ve başkasının vebalini alma.Biz söylüyorsak bilki yaşıyoruz.hariçten gazel okumuyoruz.Bilgisayar kjarşısına geçip o onu yapmış bilmem kim ne yapmış eleştirmiyoruz.Ulaşılacak o kadar gönül varken......

15.01.2008 - PARATONER

Konular