Aşk’ınız kaç?

Hülya Koçyiğit’li bir Türk filminin finalinde, pek çok kavgaya ve belaya sebebiyet vermiş pahalı bir kolye, aşklarının böyle bir uğursuzlukla zedelenmesini istemeyen âşıklar tarafından denize atılır. Bu bir ‘mutlu son’dur. İnsanın içinden ‘paraya çevirip kenarda bekletseydiniz, bunun yarını var, öbür günü var’ diye geçer. Ama belli ki âşıklar paraya tahvil edilebilen şeylerin parayla ölçülemeyecek değerleri erozyona uğratabileceğinin farkındadırlar ve böyle bir tehlikeyi göze almak istemezler. Tevazu gösterirler, aşk yeterlidir ve insan olana kâfi gelir.

Türk sinemasının ideal bir aşk tasavvuru sunduğunu, onun olması gereken her halini doğru bir biçimde karşılamış olduğunu iddia edecek değilim. Ama bu filmden ve benzerlerinden 20–30 yıl sonra, bugün gelinen noktaya baktığımda keşke Türk filmlerine o kadar çok gülmeseydik diyorum. Şimdilerde aşk kapitalizmin sosyal küvetinde yıkanıyor ve pahalı havlulara sarınıp çıkıyor, çıkan şey aşka benzemiyor. Elime bir bakkal mumu alıp şu meşhur ‘Bedenime sahip olabilirsin; ama ruhuma asla!’ klişesini arıyorum, bu ateş olsa cürmü kadar yer yakacak mağrur söze, insanların kendine gülüyor olmasına aldırmadan, bir anlam üzerinde deviniyor olmasına bakıyorum. Kendi gitmiş esamesi kalmış olduğundan bir şey görmüyorum da, işitiyorum sanki. Bedenin bağımlılık, ruhun ‘aşkın’lıkla kodlanmış olduğunu söylüyor söz, bedenin süflilik, düşkünlük, sınırlılık hallerinden biriyle malul olması durumunda bile ruhun özgür olduğunu... Zaten bir şeyler söylemese dil dediğimiz delikli süzgeçten çoktan akıp gitmiş olacağını... Doğru söze/klişeye ne denir? Haklısın sevgili klişe, biz seni anlayamadık, üzgünüm...

Şimdi pahalı kolyeleri denize atan kadınların, ‘bedenime sahip olabilirsin; ama ruhuma asla!’ meydan okumalarının koltuğunda farklı bir “mantalite” oturuyor. Alıştıra alıştıra söylemek gerekirse, efendim, beden ve ruh böyle keskin sınırlarla ayrılmıyor artık. Bir topyekûnluk, bir ‘ikisi bir arada’ stratejisi, bir danışıklı dövüş hali var. “Ruhumu istiyorsan bedenime de sormalısın”, dönemindeyiz, ya da “bedenimi mi istiyorsun: Kredi kartına % 20 indirim var, peşin ödersen % 40, üstelik yanında ‘ruh’ da bedava!” çağında. Yeni sloganımız, aşkı temin etmek isteyenlere de, aşktan ekmek yiyeceklere de hitap edecek cinsten: Aşk Değerli Bir Hediyedir!

Görmüşsünüzdür ya da ısrarla görmezlikten gelmektesinizdir, şımarık mı şımarık, sarışın mı sarışın gelin adayının son anda ayak dirediği, panik atak geçirircesine kıvrandığı reklam filmini. İzleyicide ‘Acaba gelin kızın bir rahatsızlığı mı var, oğlan tarafı biliyor mu?’ merakı uyandıran huzursuzluğun sebebi ne bir hastalık, ne sıradan bir gelin tafrası, ne de son anda ortaya çıkan eski sevgili. Sebep insanın dişlerine keman çaldırtacak türden bir ‘altın saat’ sevgisi. “Madem âşık oldun, sen âşık oldun diye kalkıp ben de âşık oldum, o halde bedelini eksiksiz ödemelisin” görgüsüzlüğü... Lise müfredatından fırlamış gibi duran ‘Ben değerliyim, –ki değerli olmasam bana âşık bile olmazdın– o halde aşkım da değerli, aşkımın karşılığı da değerli olmalı’ kabilinden sakız gibi uzayacak bir düz mantık dizgesi. Bu tarz bir aşk sömürüsünü Barbara Cartland romanlarında, beyaz dizi, pembe dizi, Harlequin serilerinde bile göremezsiniz; hani hep aynı türde kadın erkek tiplemelerinin hep aynı türden duygu selleri yaşadığı, stilize karton aşk’larda bile. Oralarda bile ‘para’ yahut altın, pırlanta mücevherat kadın ve erkek arasındaki aşka sonradan dahil olan, aşkı değil ondan sonrasını, yani evlilik, geçim derdi, gündelik kaygılar vs. faslını idealize eden bir mantalite itibarıyla girerler devreye, hatta âşık olunacak/aşkına cevap verilecek adamın zengin olduğunun sonradan anlaşılması makbuldür.

Pahalı bir mücevher ya da takının güzellikle, zevk sahibi olmakla, seçkin yaşam standartlarıyla açıktan açığa ilintilendirilmesi bir yere kadar anlaşılabilir. İnsan o mücevheri ya da aksesuarı kullandığında kendisini daha güzel hissedebilir, bir şeyleri başarmanın ve başarısının en somut göstergesi olan statüsünün, saygınlığının göstergesini üzerinde taşımak isteyebilir falan filan. Ama bu pahayı ve güzelliği ‘aşk’ın bünyesine atfetmek, tüm bu güzellikler bu alışverişler ve şımarıklıklar aşk’ın doğal bir getirisi gerekliliğiymiş gibi yapmak... Burası sabır ve hoşgörü sınırlarının tükendiği ana tekabül ediyor işte. Aşk değerli bir hediyeymiş... Bana arsası belediye tarafından kamulaştırıldığı için karalar bağlayan bir gayrimenkul sahibinin ‘kamulaştırma bedelinin artırılması’ davasından nisbeten iyi bir sonuç çıkınca rahatlayıp sevinmesi türünden bir malik–belediye ilişkisini anımsatıyor bu reklam. Bir de, La Rochefoucauld’nun “Bazı insanlar aşkın varlığından habersiz olsalardı, asla âşık olmazlardı” sözünü... Sorun hem ‘bazı insanlar’da, hem de bu muhaberatın yapılmış olmasında yani...

Aşkın kendiliğinden bir olgu olarak yaşanması istisna. Çoğunlukla aşk diye bahsedilen kurgulanmış, tanımlanmış bir şey. Aşk’ın insanın kendini aşma, varlığını bir başka varlığa aktarma, ‘aşk yoksa evren de yoktur’ sınırlarında, ölümün de dahil olduğu kesintisiz bir yolculuk olarak algılanması kişinin ‘ruhen’ bunu tartabilecek yetenekte olmasıyla ilgili. Genel ve yaygın olarak aşk, toplum tarafından belirlenmiş, kurgulanmış tanımlar ve çerçeveler içinde serpilip yaşanıyor. Romantik aşk sözcüklerinden kırmızı güllere, yılbaşını birlikte geçirmelerden doğum günü hediyelerine, Çin lokantasında yemek yeme ritüellerinden şarkı sözlerine kadar varan bir belirlenme, kurgulanma süreci bu. Öyle ki kişi bir aşk istidadı/yeteneğine sahip olmasa bile, içinde bulunduğu toplumun –ve medyasının– ürettiği kalıplar, seremoniler ve kolaylıklarla bir aşk yaşadığını, bunun aşk olduğunu sanabilir, bununla avunabilir, mutlu bile olabilir; böyle verili, kurgulanmış bir dilin içine doğmasa ‘aşk’ın var olduğunu bile bilmeden göçüp gidebilecek iken... Muhaberata ve gaza getirmeye ilişkin görevlerini hakkıyla yerine getiren modern kapitalist sistem, müridleriyle gizli bir anlaşma içinde: O bir aşk simülasyonu sunacak, bizim aşkı her seferinde yeniden keşfettiğini sanan ‘kullanıcı’larımız da bunun karşılığında kurguya sonuna kadar teslim olacak, kendileri için seçilmiş oyuncakları itirazsız kullanacak.

S.M Greenfield Sociological Quarterly dergisindeki makalesinde günümüzde aşkı modern kapitalizmin ayakta tuttuğunu yazıyor, gerekçelerini de şöyle sıralıyor: “Aşk, bireyleri motive ediyor –onları motive edecek başka bir şey yok çünkü– koca/baba, karı/anne pozisyonlarını doldurarak oluşturulan çekirdek aileler yalnızca üreme ve sosyalleşme için değil, tüketim mallarının ve hizmet sektörünün dağıtımı için var olan düzenlemeleri korumak ve genelde sosyal sistemin doğru bir biçimde işlemesini sürdürmek için gerekli görülüyor.”

Böyle olunca biz de, giderek daha modern bir toplum olma yolunda kolyeyi denize atan kadından o marka saat olmazsa olmaz, diyen sarışınlara varıyoruz; doğru dürüst bir ‘orta sınıf’ımız bile yok iken bir kuru aşk’ımızı burjuva standartlarının emniyet supabı haline getiriyoruz. Eh, memlekete hayırlı uğurlu olsun...

nihal bengisu


6 yorum

NASIL MI ÇALDILAR......

ŞU TOPLUMUN İMANINI ''' HOOLYWOOD ''' DUN TÜRKİYE VERSİYONU OLAN ''' YEŞİLÇAM ''' FİLMLERİYLE ÇALDILAR, YAĞMALADILAR...............................................................................................................................................................................................................................

10.05.2009 - abdullah_13

SİTEDEKİ GÖNÜL DOSTLARIYLA TANIŞMAK

SEVGİLİ ARKADAŞLAR SİZLERLE SENEDE BİR KEZ OLSUN BİR GECE DÜZENLENMESİNİ İSTİYORUM.
SİZLERİNDE BU FİKRİME KATILACAĞINIZDAN EMİNİM İSTERSENİZ BİR ANKET DÜZENLİYELİM NE DERSİNİZ?
CEVABINIZI BEKLİYORUM.

16.07.2007 - ŞAİR

gerçek aşk.

Allahın rahmeti ve bereketi üzerinize olsun,
Gerçek aşk o dur ki insanı Allah'a yaklaştırır insanı Allah'tan uzaklaştıran hiç bir şey gerçek aşk olamaz.Yalan olur bir gün yalan,yaşadığın aşkın sevdan yaradandır baki kalan.Saygılar.

22.06.2007 - unina

Türkiye"de aşık olmak

sevmek güzel bir duygu. ülkemizde bunun karşılığı illede aşk. yazar güzel yazmış. bence bu ülkemize has bir durum. herşey de bir karşılık bekleme durumu. küçük hediyelerde kabul görmüyor artık. pahada ağır olması değerin ifadesi. buna doğru bir yönlendirme var. aşkında suyu çıktı sanırım. kadınlar erkekleri şartlandırıyorlar. bu nasıl bir anlayıştır ki sevdiği erkeği elinde olmayan şeylere zorluyor. bu sevgi değil madde hırsı. seven insan sevdiğini üzmez ve değerini pahalı takılarda bulmaz.

06.06.2007 - unsal

EDEB

NİSYAN KARDEŞ NE GÜZEL YAZIYA DÖKMÜŞSÜNÜZ DİLİNİZDEKİLERİ TEBRİK EDERİM.YORUMLARINIZA HAK VERDİĞİMİ BELİRTMEK İÇİN YAZIYORUM.AŞKIN SEVGİNİN SAYGININ VE EDEBİN BUGÜNKİ GELDİĞİ DURUMDAN SADECE VE SADECE BAYANLAR SUÇLUDUR.HEMEN İTİRAZ ETMEDEN ÖNCE KİŞİLERİN BİRKAÇ DAKİKA DÜŞÜNMELERİNİ ÖNERİRİM.YİNEDE İTİRAZI OLAN VARSA BUYURSUN BEN BURDAYIM...

01.06.2007 - MASUMM

SEVGİLİ MASUMM

SEVGİLİ MASUM BU YAZI NİHAL BENGİSU HANIMEFENDİYE AİTTİR.BUNU YAZININ BAŞINDA BELİRTTİM.SANIRIM GÖZÜNÜZDEN KAÇMIŞ.
DİĞER KONUYA GELİNCE SADECE HANIMLARI SORUMLU TUTMAK YANLIŞ OLUR.HAKSIZLIK OLUR.BU DA BİR MÜSLÜMANA YAKIŞMAZ.SUÇLU ARAMAK AMAÇ OLMAMALI ASLA.İNSANIN ÖNCELİKLE BİREY OLARAK KENDİNİ DÜZELTMESİ GERKLİDİR.BU DA İSLAMI YAŞANTISINDA,HER HAL VE
HAREKETİNDE GÖSTERMESİ İLE OLUR.KİŞİLER İSLAM ÜZERE YAŞARLARSA,HAYAT ONLAR İÇİN KOLAYLAŞACAKTIR MUHAKKAK.

01.06.2007 - nisyan

Konular