Manevi çöküntü ve medya çıkmazı

İnsanı iyi tanıyalım

Teknoloji güzel bir nimet. İnsanın hayatını kolaylaştırıyor, aklını iyi kullananlar için güzel imkânlar hazırlıyor. Elbette, teknolojinin yan tesirlerini de gözardı etmemek lâzım. Cep telefonu, TV ve bilgisayarların radyasyon yayması gibi. Bunların da tedbirini almak ayrı bir çalışma konusu.

Her çalışma insan için olmalı. İnsanın mutluluğu ve insanın ihtiyaçlarını karşılamak için. İnsanı merkeze almayan çalışmaların kıymeti harbiyesi yok. Bu sebeple, insanı iyi tanımak gerekiyor. Maddî ve manevî özelliği, aklı, iradesi, ünsiyet duygusu ve hissetme gibi cevherleriyle bir bütün olarak tanımalıyız insanı.

Onu, yalnız bir madde olarak algılamak, yiyen, içen, giyinen, barınan ve zevk alan bir varlık olarak kabul etmek, insanı eksik tanımak demektir. İnsanı iyi tanımayanlar, insanın faydasına hizmet üretemezler.

Anayasa’nın yüklediği görev

Türkiyemizde bazı kurum ve kişiler, toplumun manevi değerlerini dinamitlemek, aile yapımızı tahrip etmek için plânlı bir çalışma yürütmektedirler. Bunların önemli bir kısmı medya kuruluşlarında yuvalanmış durumda. Dikkatlerini bazı gazete ve televizyon yayınlarına çevirenler bu gerçeği görmekte zorluk çekmeyecektir. Az da olsa, başta Millî Eğitim olmak üzere, devletin bazı kurumlarını da bu amaçla kullananların varlığına şahit oluyoruz.

Devleti temsil edenler, bu konuda mümkün olduğu ölçüde duyarlı olmak zorundadırlar. Çünkü, Anayasa da insanın maddî ve manevî gelişmesine önem vermektedir. Anayasa’nın 5. maddesinde “Devletin temel amaç ve görevleri” sayılırken, “İnsanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamak” ifadesine yer verilmektedir. “Ailenin korunması” Anayasa’nın 42. maddesinde teminat altına alınmakta ve şu ifadeler kullanılmaktadır. “Aile Türk toplumunun temelidir. Devlet ailenin huzur ve refahı için gerekli tedbirleri alır, teşkilâtı kurar.” Anayasa’nın 17. maddesinde de “Herkes yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.” denilmektedir. Gazete ve televizyon yayınlarına, Anayasa ve toplumsal değerlerimiz açısından bakıldığı zaman toplumumuz ve Anayasa’yı dikkate almayan bazı yayınların yapılmakta olduğunu görmekteyiz. Bunlar, para ve reyting uğruna yapıldığı gibi, başka maksatlarla yapıldığında da şahit olmaktayız. Türkiye, herkesin başına buyruk hareket ettiği bir ülke değildir. Hukuk devleti olmanın gerekleri yerine getirilmelidir. Yöneticiler, konu ile ilgili gerekli duyarlılığı göstermek zorundadırlar.

Medya kurbanları

Özellikle son senelerde, gazete ve televizyonlarda sorumsuzca yayınların yapılmakta olduğunu görmekteyiz. Gençliğimizi ifsat eden, Türk aile yapısını tehdit eden, evlilik dışı ilişkileri teşvik eden yayınlar. Hatta, yapmacık ve önceden kurgulanan olayların sanki gerçekmiş gibi yutturulduğu toplumu ifsat etmeyi amaçlayan yayınlar... Bu insanlar, halkımızı embesil olarak mı görüyorlar yoksa? Çünkü, akıl sahiplerine hitap etmeyen o kadar çok yayın var ki... Evli çiftler arasında veya aile içinde kalması gereken nice olay ve problem tüm ülkeye, hatta bütün dünyaya duyuruluyor. Bizim toplumumuzda aile hayatının bir mahremiyeti vardır, bu mahremiyetin korunması sahip olduğumuz değerlerin bir gereğidir. Aşk ise, işportaya düşmüş durumdadır. İşin daha da tuhafı, bu numaralar “halk bir şey bilmez” mantığıyla yapılmaktadır.

Düşünebiliyor musunuz? Özellikle bazı kadın programlarında, insanlar ekran karşısında eş seçmekte, bu iş için programlara katılan misafir, gözlemci veya telefonla katılanların onayları alınmaktadır. İki kişi ve onların aileleri arasında verilmesi gereken karara, güya bütün toplum ortak edilmektedir. Konu ile ilgili nice oyunlar oynanmakta, nice tezgâhlar kurulmaktadır. Sanki, güya kendileri hakkında karar verilenler (!), bu kararlara uyacakmış gibi. Oyun içinde oyun. Zaten, yapılan iş usulen yanlış. Bu yanlışlığın faturası, topluma çok ağır bir şekilde ödetilmektedir. Bu çarpık programların sonucunda Ata Türk isimli bir delikanlı otel odasında ölü bulunmuş, aile sırlarını ekran karşısında açıklayan bir anne, geldiği şehre döndüğünde, bizzat öz oğlu tarafından, daha şehrin garajında öldürülmüştür. Daha nice aile faciaları... Boşanmalar, geçimsizlikler, psikolojisi bozulan insanlar, şok ve depresyona girenler...

Öyle programlar var ki, bilen de konuşuyor, bilmeyen de... Bu gürültü içinde, hakikat kaybolup gidiyor. Her gün, gece-gündüz nice çözümler üretiliyor, nice çıkış yolları gösteriliyor, ama toplumun problemleri de artmaya devam ediyor. Sezai Karakoç’un bir sözü aklıma geliyor: “Toplumlar çözüm yokluğundan değil, çözüm bolluğundan batarlar.”

2

Nasıl aldatıyorlar?

Yeni Şafak’tan Elif Yıldız konu ile ilgili bir araştırma yaptı. “Reyting Canavarının Paralı Askerleri” başlığıyla yayınlanan araştırmada, bu çeşit programların nasıl vurgulandığı konusunda şu bilgiler yer aldı:

“İstanbul’un üç ayrı semtinden toplanan ve çoğunluğu kadın olan 100 kadar seyirci, program için hazırlık yapıyor. Ekranlarda şık görmeye alıştığımız Ayla Hanım; M. Ali Erbil, Seda Sayan, Aydın gibi ünlülerin programlarına seyirci topluyor. Sızmaları önlemek için herkesin kimliği önceden toplanıyor. Bazı seyirciler şöyle diyor: “Bu programlarda tartışılan bu aşklar tamamen senaryo, düzmece. Biz de inanmıyoruz ama, görevimiz ekran başındaki seyirciye inandırmak. Program yöneticileri bu yüzden sık sık “Soru sorun, tartışma yaratın” diye uyarıyor. Lerzan Mutlu ile Seda Sayan kavgasında, hangisinin programındaysak onun yanında yer alıyoruz.” (13.06.2006)

Böyle programlarda, önceden ayarlanmış figüranlar dışında canlı yayına bağlanabilmek mümkün değil. Aynı araştırmada, programlara katılan 67 yaşındaki taksi şoförünün şu yakınmasına yer verilmiş: “Bize hiç mikrofon vermiyorlar, aksesuar olarak görüyorlar.”

Söz konusu araştırma dikkate alınırsa Seda Sayan ve Ahu Tuğba’nın evlenmek için kadrolu seyircilerin onayını beklemesi için, işin bir tezgâh olduğunu açıkça ortaya koymuyor mu?

3.5.2006 günü, saat: 12.15 civarı... ATV’de benzeri bir program yayınlanıyor. Gelin-damat adayları ve görümce arasında senaryo ve kurgu ürünü bir tartışma yayınlanırken bir bayan feryat ediyor:

“– Bütün bunların bir oyun olduğunu düşünüyorum. Burada hepimiz aldatılıyoruz.” Sadece programa katılanlar mı aldatılıyor? Hayır!.. Koskoca bir halk... Bu programları yayınlayanlar, Türkiye insanına hangi gözle bakıyorlar dersiniz?..

Yarışma tuzakları

Televizyonlarda, öyle yarışma programları yayınlanıyor ki, evlere şenlik!.. İlk bakışta seyirciye kazandırmayı, amaçlıyor sanılan program, gerçekte hiç de öyle değil. GSM şirketleriyle anlaşmalı olduğu belli olan bu çeşit programlara, Vatan yazarlarından Yavuz Semerci’nin yaşadığı bir olayı örnek olarak sunmak istiyorum:

“Gündüz vakti. Can sıkıntısından kanal kanal dolaşıyorum. Cine 5’in “yarış-kazan” adlı sözde yarışma programına takılıyorum. Ekranda bir tahta ve bir genç kız görünüyor. Yarışma basit. Tahtada ilk harfi gözüken, son harfleri ise ödül miktarını gösteren kartonla kapatılmış bir isim var. Bu ismi doğru tahmin eden ödülü kapacak!.. Biraz izlediğinizde bunun bir yarışma değil, dolandırıcılık olduğunu anlıyorsunuz.

Neredeyse 45 dakika boyunca AY yazan, 3 harfli, bal yiyen, kışın ininde uyuyan, Barış Manço’nun bir şarkısına ismini veren bu hayvanın son harfini bilen çıkmıyor? Sunucu ip ucu vermeye devam ediyor, “Hani köprüden geçerken, A’ya dayı diyeceksiniz... İşte o A’nın ismi neydi? Bildiyseniz hemen beni arayın. “Ekranın sol alt köşesinde bir numara var. Sağ alt köşesinde ise akan bir bantta Telsim hatlarından yapılan aramaların 5 YTL, diğer GSM şirketlerinden yapılacak aramaların ise 12 SMS veya 24 kontur bedelinde olduğu yazıyor. Sunucu kızımız, özenle izleyici de kendisini henüz hiç kimsenin aramadığı, hemen arayanın 300 YTL. kazanacağı algısını yaratmaya çalışıyor. Aynı dakikalarda arayan binlerce kişiyi büyük bir tuzak bekliyor.

Sunucunun sürdürdüğü tiyatronun 35. dakikasında da ekranda gözüken numarayı aradım. Karşılaştığım manzarayı anlatayım: İlk arama: “Telefonunuzu sesli yanıt sistemi karşılıyor.) “Tebrikler. Yarışmaya katılmaya hak kazandınız. Programa bağlanmak için basit bir soruyu yanıtlamanız lâzım.” Ne sorduğu anlaşılmıyor ama galiba 52 ile 48’in toplamını soruyor. Yanılmışım. “Doğru yanıt veremediniz.” Mekanik ses, beni tekrar aramaya davev ediyor... (Gitti 5 YTL!)

İkinci arama: (Bu kez soru sorulmuyor.) “Kusura bakmayın. Soru kısmını kaçırdınız. Tekrar deneyin.” (Gitti mi 5 YTL. daha.) Yani programa bağlanmanız mümkün değil. Aynı dakikalarda genç sunucu “Neredesiniz. Neden aramıyorsunuz!” çığırtkanlığına devam ediyor. Tahtaya da ayı resmi yapmış, “Tanımadınız mı, tanıdıysanız, hemen arayın. İlk arayan kazanıyor.” saçmalığına devam ediyor.” (9.11.2006)

3

Aile kurumu dinamitleniyor

İçinden geçmekte olduğu pek çok sıkıntı ve probleme rağmen, Türkiye insanını dirençli tutan en temel etken, sağlam aile yapımız. Türkiye üzerinde emelleri olan şer güçler, aile yapımızı hedef almış durumda... Medyada, kimin eli kimin cebinde olduğu belli olmayan karanlık ilişkilerin yer bulduğuna şahit oluyoruz. Hastalıklı ilişkiler, psikolojisi bozuk insanların fantazileri işleniyor bazı programlarda. Sanki başka bir dünyanın insanlarına hitap eden, ayağı yere basmayan programlar... Milletimizin gündemi başka, onlarınki başka...

Sanatın gayesi insana güzellik ve incelik kazandırmak ve onun ufkunu açmak değil midir? Yani, insanın problemlerini çözmek konusunda rehberlik etmek ve eğitmek... Fakat, sözkonusu programlar, insanların problemlerine yeni problemler eklemekten başka hangi faydaya hizmet ediyor dersiniz?

Sabahtan Ergun Babahan, bu çeşit yayınların “Türk aile yapısını bozduğu” ve Türkiye’yi “satılık bedenler ve ruhlar ülkesi” haline getirdiğini belirttiği yazısında, tehlikenin boyutlarını şöyle anlatıyor:

“Türkiye’de uzunca bir süredir üç-beş erkek arasında turnike misali dolaşan ve kendilerine manken diyen bir grup genç hanımın yaşam tarzı, genç kızlara örnek olarak sunuluyor. Genç delikanlılara da aynı mekânda bulunduğu, arkadaş olduğu insanların eski sevgilileriyle birlikte olmanın normal olduğu anlatılıyor. Bu yetmiyor, bunu haftada bir yapanlar övülüp göklere çıkarılıyor. Fahişeliğin gazete sayfalarında prim yaptığı nadir ülkelerden biriyiz herhalde.

Üstelik bunu yüzde 99’u (yoksa 95’i miydi) Müslüman olan ve çoğunluğun kendini giderek daha fazla dindar hissettiği bir ülkede yapıyoruz.

Bununla da kalmıyoruz, anneleri fahişeliğe teşvik ediyoruz. Bir annenin hasta çocuğunu kurtarma adına 150 bin dolar karşılığı patronuyla yatmasını yüceltiyoruz.

(...) Oysa başta AB olmak üzere herkese karşı ortaya koyduğumuz en önemli kozumuz genç ve dinamik nüfusumuz. Ahlâken özürlü bir nüfusun kimseye yararı olmayacağını kimse düşünmek istemiyor. Ekran önünde hep birlikte kirlenip fahişeleşiyoruz. Satılık ruhlar ülkesi haline geliyoruz.” (4.12.2006)

Ahlâk, edep ve iffet örneği dünya çapında kahramanlar, yıldız şahsiyetler yetiştiren bir ülke bu hallere de mi düşecekti dediğinizi duyar gibiyim. İşte Türkiye’yi ne hale getirdikleri ortada. Bu manzaralar, Türkiye’yi hangi noktaya götürmek istediklerinin de işaretini vermiyor mu?

Medya geleceğimizi karartıyor

Sayın Ergun Babahan bir gün sonraki yazısında da aynı konuya değindi. “Kadını ve anneliği aşağılayan, onları metalaştıran” anlayışa karşı tepkisini şu sözlerle yansıttı:

“Şimdi Türkiye’de kadın vücudunu bir meta haline getiren, anneliği aşağılayan bir dizi yapılıyor, dizinin oyuncuları çıkıp “Ben de olsam aynı şeyi yapardım” diye beyanlar veriyor ama toplumun kendini laik ve ilerici gören kesimi sessiz kalıyor. Kadını ve anneliği bu kadar aşağılayan bir filme karşı laikliklerine sürekli vurgu yapan kadın örgütlerinin sessiz kalmasını anlamıyorum.

Tamam, kabul ediyorum, laik ve muhafazakâr ahlâk anlayışı arasında ciddi farklar var ama toplumun temel bir ahlâk anlayışı da vardır.

Bu herkesin sahip çıkması gereken ortak değer, asgari müşterektir. Annelik ve kadının metalaştırılması, annenin fahişeliğinin rol model olarak halka sunulması, herkesin karşı çıkması, tepki koyulması gereken bir durumdur diye düşünüyorum... Kızıma, bir annenin çocuğunun tedavisi için vücudunu pazara çıkarmasının övünülecek, yüceltilecek bir olaymış gibi sunulmasını istemiyorum.

Evime aldığım gazetede, manken kızların mendil değiştirir gibi sevgili (veya müşteri) değiştirmesini iyi bir şey sunarmış gibi haberler okumak istemiyorum. Muhafazakâr mıyım, kesinlikle hayır. Ancak toplumun sosyal sermayesinin yozlaştırılmasını kabul edemiyorum. Türkiye’nin geleceği için lütfen sessiz kalmayın. Bu aile içi şiddetten daha önemli bir konu değil, diyorum.” (5.12.2006)

Toplumumuzun direncini kırmak ve zayıflatmak için yapılan çalışmaların hangi boyutlara ulaştığı apaçık ortada. Hatta, görmeyen gözlere de gösterecek büyüklükte bir çalkantı yaşanıyor.

RTÜK diye bir kuruluşumuz var. Bu çalkantıların gürültüsü hâlâ onlara ulaşmadı mı dersiniz? Her kurumumuzda olduğu gibi, RTÜK de Anayasa ve kanunlarca kendilerine yüklenen görevleri yerine getiriyorlar. Üzerlerine aldıkları görevleri bir emanet olarak ellerinde bulunduruyorlar. Kadını aşağılayan ve metalaştıran, aile hayatımızı tahrip eden, çocuklarımızın psikolojisini bozan programlar senelerden beri devam etmesine rağmen, ciddi bir yaptırım uygulandığına şahit olmuyoruz. Kadrolu oyuncusunun patolonunu aşağı indiren sözde sanatçı bile, hâlâ arz-ı endam etmeye devam ediyor.

Eğer, RTÜK’ün yetkileri yetersiz kalıyorsa, hükümet ve Meclis’ten yetki istesin ve halkımız da bunu bilsin. Değilse, kadınlarımız, aile hayatımız, çocuklarımız medya marifetiyle böylesine örselenir ve aşağılanırken, sonucu etkileyen bir iş yapamadan RTÜK’ün başında veya yönetiminde bulunmanın bir esprisi var mı?

Hükümetin duyarsızlığı

Bugünkü Hükümetin, bu konuda milletimize yaptığı en büyük kötülük, birincisi “zinayı suç kapsamından çıkaran kanuni düzenlemeler yapması”; ikincisi, yabancıların da Türkiye’de TV sahibi olmalarına fırsat veren düzenlemeler yapması. Türkiye’nin geleceği konusunda hassasiyet gösterenler, “Bu gelişmelerin toprak satışından daha tehlikeli olduğu”nu belirterek kaygılarını ortaya koydular. Konunun uzmanları, insaf ve vicdan sahibi gazeteci ve fikir adamları, bu gidişatın ulaştığı tehlike boyutunu her fırsatta ifade etmeye devam ettiler ve ediyorlar.

Prof. Dr. Erol Manisalı, Türkiye medyasının “mütareke basını gibi hareket ettiğini” (TV5, 13.6.2005) ifade ederken; tanınmış ilim adamlarından Prof. Hayrettin Karaman da, TV programlarının aile hayatına vurduğu darbeyi, şu cümlelerle anlatıyor:

“Dizilerde, özellikle AKP iktidarından sonra sudan fazla rakı içiliyor; yerli yersiz ailenin küçük büyük bütün fertleri bir arada durmadan içiyorlar. (Yeni Şafak, 26.6.2006)

Gençliği zehirleyen yayınlar

Bir de internet hastalığı... İnternetin insanda nasıl bağımlılık yapıp sosyal hayattan kopardığı, hatta insanı nasıl mankafa bir varlık haline getirdiği konusunda, uzmanlar her fırsatta uyarmaya devam ediyorlar.

Bursa Emniyeti, Çocuk Şube Müdürlüğü, anne babaları şöyle uyarıyor: “Çocuklarınızı internet tehlikesinden koruyun.” (13.6.2006)

Ömrünün yarım asrını gazeteciliğe adamış ve mesleğinin duayenleri içinde yer alan muhterem Mehmed Şevket Eygi de, TV ve internetteki çarpık programların gençliği ne hale getireceği konusunda şunları söylüyor: “Üç ay kötü televizyon yayınlarını takip eden bir genci düzeltebilmek için iki sene rehabilitasyon ve zehirden arındırma tedavisi gerekir.

İnternet de gençliği vahim şekilde bozmuştur. Yeni yapılan bir anket, internete müracaat eden gençlerin ve çocukların yüzde 98’inin sex, gayri ahlâki görüşmeler, hava civa, lüzumsuz, faydasız ve eğlencelerle meşgul olduklarını ortaya koymuş bulunuyor.” (Millî Gazete, 1.6.2006)

Bütün bu olup bitenler kimsenin meçhulü değil. Herşey gözümüzün önünde cereyan ediyor. Önemli olan tehlikenin büyüklüğünü görebilmek ve çözüm konusunda duyarlı olabilmek... Beşikteki çocuğun bile tecavüze uğradığı, çocuk pornosu konusunun aylarca gündemi meşgul ettiği, cinsel taciz olaylarının her geçen gün arttığı bir Türkiye’de, geleceğimizin nasıl karartılmak istendiği apaçık ortada değil mi? Adeta, bütün toplumu kuşatma istidadı gösteren tehlike “geliyorum” diyor.

Ayağı yere basmayan tedbirler

11.12.2006 günü, RTÜK Başkanı Zahit Akman, otuza yakın TV temsilcisiyle bir araya geldi. Bazı programların yayından kaldırılmasının konuşulduğu toplantıda RTÜK’ün teklifi şu oldu:

“Yayın kuruluşları kendi denetimlerini kendileri yapmalı, bizim müdahalemize fırsat vermemeli...”

Yani RTÜK özdenetim mekanizmasının kurulmasını istiyor. Keşke böyle bir mekanizma kurulabilse... Fakat böyle bir teklif, çığırından çıkmış bir medya gidişatına çözüm getirecek mi dersiniz? Çünkü Türkiye’de başını alıp giden çılgın bir yayıncılık anlayışı var. Değerlerimizi hiçe sayan, yapılan yayınların tahribatının ne olacağını düşünmeyen bir yayıncılık politikası sözkonusu.

Öyle medya kuruluşları var ki, haberlerin arasında bile cinselliğe yer veriyor. Dünyada böyle bir habercilik anlayışı yok. Nice program yapımcısı, yataktan kaçmış bir görüntü içinde ekranda boy gösteriyor. O kıyafetle sokağa çıkamayacak kişi, küçük büyük, genç yaşlı, kadın erkek her sınıf ve yaştaki Türkiye’nin, hatta bütün dünyanın karşısına nasıl çıkabiliyor, şaşmamak mümkün değil!..

Aksaray’ın Ortaköy ilçesinde ikamet eden ve Sağlık Bakanlığı’ndan emekli Selâhattin Gürcan, medyadan şikâyetini şu sözlerle ifade ediyor: “Bir iki kanal dışında, TV’yi çocuklarımızla birlikte izlemekten korkuyoruz. Diken üzerindeyiz. Ne yapacağımızı şaşırdık.”

Köklü ve kararlı tedbirlerin alınmasına ihtiyaç duyulduğu apaçık belli değil mi?

4

Tehlikeli bir süreç

Medyadaki seviye kaybı ve ahlâk tahribatına “Fikrin Fahişeliği” başlıklı yazısıyla tepki gösteren Ali Haydar Haksal, bu gidişatın sonunun insanı metalaştıran bir yıkım olduğunu belirterek yazısını şu cümleyle bitiriyordu: “Çok ciddi bir süreç ve tehlikeyle karşı karşıyayız.” (Millî Gazete, 12.12.2006)

Medyadaki seviye kaybı ve ahlâk tahribatına “Fikrin Fahişeliği” başlıklı yazısıyla tepki gösteren Ali Haydar Haksal, bu gidişatın sonunun insanı metalaştıran bir yıkım olduğunu belirterek yazısını şu cümleyle bitiriyordu: “Çok ciddi bir süreç ve tehlikeyle karşı karşıyayız.” (Millî Gazete, 12.12.2006)

Çiğdem Can, medyada oynanan oyunları ve bu yayınların izleyicileri ne hale getirdiğini, kadın duyarlılığı ile dikkatli bir gözlemin sonucu olduğu anlaşılan özgün bir makale yazdı. “Duyarsızlık...” başlığını taşıyan bu yazının bazı bölümlerini dikkatlerinize sunmak istiyorum:

“Toplu halde izlenmesi için televizyonlarda programlar oluşturulmuş durumda. Senaryodan ibaret olan bu televizyon kavgaları için kimine 20, kimine 10 milyar aylık ödendiği, kimine ise ev alındığı söyleniyor. Ve izleyenler, bile bile yuttukları bu zokadan zerre kadar rahatsız olmuyorlar. Meriç’tir, Semra Hanım’dır derken, günümüzün saatleri bir bir parsellenip, duyarlılığımız yıkılarak, yerine beş yıldızlı duyarsızlıklar inşa ediliyor. (...)

En sonunda pilimizi bitirip beynimizi durduruyor. Akla kara birbirine giriyor. Zihnimizde astigmat görüşler beliriyor. (...) Başkalarının cebini doldururken bizim ruhumuz boşalıyor. (...) Köreltilmiş dimağ neyi seçeceğini nereden bilsin.” (Millî Gazete, 12.12.2006)

Bir başka hanım yazar, Mine Alpay Gün de “TV’lerin namus satışını meşrulaştıran diziler yapmaya başladığı”ndan yakınarak” Televziyonların reyting uğruna harcadıkları değerler korkutucu boyutlara ulaştı.” ifadelerine yer verdi. (Millî Gazete, 13.12.2006)

5

Yapılanlara seyirci kalamayız

Ekran kirliliği ve kültürel işgalin yaşandığı medyada, her türlü rezillik, madrabazlık, soytarılık ve ahlâksız tekliflerin kabulünü meşrulaştırma gayreti gözlerden kaçmıyor. Peki, bu gidişatla nereye varılır? Bu soruyu tarihi bir perspektiften ele alan Atilla Yaramış, “Modern Dünyanın Bir Büyük Hastalığı: Cinsellik” başlıklı yazısında şu sonuca ulaşıyor: “Bizi bu hallere düşüren Batı’yı “kurtuluş yolu” olarak görmeye devam edersek, ne Nuh’un, ne de Lût’un kavminin görmediği büyüklükte bir cezaya muhatap kalacağızdır. Gidişatımız bu cezaya gebedir.” (Millî Gazete, 11.12.2006)

Ekran kirliliği ve kültürel işgalin yaşandığı medyada, her türlü rezillik, madrabazlık, soytarılık ve ahlâksız tekliflerin kabulünü meşrulaştırma gayreti gözlerden kaçmıyor. Peki, bu gidişatla nereye varılır? Bu soruyu tarihi bir perspektiften ele alan Atilla Yaramış, “Modern Dünyanın Bir Büyük Hastalığı: Cinsellik” başlıklı yazısında şu sonuca ulaşıyor:

“Bizi bu hallere düşüren Batı’yı “kurtuluş yolu” olarak görmeye devam edersek, ne Nuh’un, ne de Lût’un kavminin görmediği büyüklükte bir cezaya muhatap kalacağızdır. Gidişatımız bu cezaya gebedir.” (Millî Gazete, 11.12.2006)

Medyanın bu çarpık yayıncılık anlayışına alet olan nice kişinin pespaye ve mutsuz bir hayat yaşandığına hep birlikte şahit oluyoruz. Dıştan mutantan içi kof bir yaşantı bu. Vücudunu teşhir ederek sanat icra ettiğini sanan ismi sanatçıya çıkmış kişiler içinde, beraber düşüp kalktığı dostlarından dayak yemesi, zarar görmesi veya aldatılmış olması sonucu, ekrana çıkıp salya sümük ağladıklarına şahit olduklarımızın sayısı hiç de az değil.

Bu durum, sür-git böyle devam edemez, etmemeli. Türkiye bu görüntülere lâyık değil. Ortada ne sanatçının itibarı kalıyor, ne de insanın... İnsanı, insan olmaktan çıkaran bir sonuca götüreceği apaçık belli olan bir konuya seyirci kalamayız. İki yüzlü tavırların program diye yutturulduğu, iki yüzlü davranmanın meşrulaştırıldığı programların toplumu hangi noktaya götüreceğini hesap edebiliyor musunuz? Değerleri alt üst olmuş insanların sağlıklı karar verebilmesi mümkün mü? Kaypak, sözünde durmayan, menfaati ön plânda tutan; sevgi, merhamet, şefkat, iyilikseverlik, fedakârlık gibi insani duygularını yitirmiş insanlardan oluşan bir toplumdan ne bekleyebilirsiniz?

Böylesine ciddi bir konuya bir an önce el atılmalı, toplum zararlı etkilerden korunmalı, insanın manevi duygularını geliştiren programlar yapılmasına özen gösterilmelidir.

Sözün burasında, ahlâkî ve manevî değerlerimize sahip çıkan, halkımızı aşağılamayan ve Türkiye’de hizmet verdiğinin bilinci içinde sorumlu bir yayıncılık anlayışını benimseyen medya kuruluşlarımıza şükran, takdir ve minnet duygularımı sunuyorum.

Çözüm için bazı teklifler

1. İnsanın dimağını öldüren, kadını aşağılayan, ahlâkî ve manevî değerleri tahrip eden, gençliğimizin geleceğini karartan, toplumumuzu ifsat eden, hatta beşikteki çocuğa bile zarar verecek noktaya ulaşmış bulunan her türlü zararlı yayını engelleyecek bir düzenleme yapılmalıdır.

2. Dinden uzaklaşan toplumların fesada düştüğü bilinmeli, İmam-Hatip Liseleri, Kur’ân Kursları gibi toplumun manevî gelişmesi için hizmet veren kurumlar teşvik edilmeli, her vatandaşın manevi eğitim alması sağlanmalıdır.

3. Temiz ve inançlı bir gençliğe sahip olan toplumlar, geleceğini sağlam temeller üzerine kurmuş demektir. Bu yüzden, gençliği her türlü kötülükten kurtarmak için çalışmalar yapılmalı, bu konuda, gençliğimiz için ciddi bir rehberlik hizmeti verilmelidir.

4. Zengin tarihimizdeki kahramanlar tanıtılmalı (Osman Gazi, Fatih, Yıldırım Bayezıt...), insanlığa ışık tutmuş yıldız şahsiyetlerden (Hoca Ahmet Yesevi, Mevlânâ, Yunus Emre, Mehmet Akif...) haberdar edilmeli, gençlerimizin önüne ideal örnekler konularak, onların aşağılık kompleksine düşmeleri önlenmelidir.

5. Gençliğimizin ahlâkî ve manevî değerlerimize göre yetiştirilmesi için gayret gösteren kuruluşlara destek verilmeli, çalışmaları teşvik edilmelidir.

6. Aile müessesesi güçlendirilmeli, her türlü zararlı etkiye karşı dirençli hale getirilmelidir.

7. Anne-babalar, çocuklarının manevi değerlere uygun yetiştirilmesi konusunda titizlik göstermelidir.

8. Eğitim hizmeti veren tüm kuruluşlar, Anayasa’nın konu ile ilgili maddelerini esas alarak çalışmalarını yürütmelidir.

9. Hükümetler, konu üzerine ciddiyetle eğilmeli, halkın ahlâkî ve manevî yönünü güçlendirebilmek için gerekli yasal düzenlemeleri ve çalışmaları yapmalı, idare ettikleri insanları kurda kuşa yem etmemek için azamî çaba göstermelidir.

10. Hepimiz şunu çok iyi bilmeliyiz ki, bu ülke bizim, bu çocuklar bizim, bu insanlar bizim insanımız. Onların ruh ve kalp dünyalarını ihmal ederek, frensiz ve direksiyonsuz bir araba misali, sonu meçhul tehlikelere maruz kalmalarına fırsat vermemeliyiz.

NECİP FAZIL DİYOR Kİ

Utanırdı burnunu göstermekten sütninem,

Kızımın gösterdiği, kefen bezine mahrem.

Ey tepetaklak ehram, başı üstünde bina;

Evde cinayet, tramvay arabasında zina!

Bir kitap sarayının bin dolusu iskambil;

Barajlar yıkan şarap, sebil üstüne sebil!

Ve ferman kumardaki dört kralın buyruğu;

Başkentler haritası, yerde sarhoş kusmuğu!

Geçenler geçti seni, uçtu pabucun dama,

Çatla Sodom-Gomore, patla Bizans ve Roma!

6

Güzel örnekler de var

Şer güçlerin ellerindeki bütün imkânları seferber ederek aile hayatımızı dinamitlemeye çalıştığı bir zamanda, Sarıkaya ailesinin bu örnek görüntüsü geleceğimiz için büyük bir ümit ışığı oluşturuyor. Güzel örneklerin büsbütün kaybolmadığını gösteriyor.

Mekke’nin Fethi etkinlikleri münasebetiyle, bazı il ve ilçelerimizde programlara katıldım.Ziyaretlerimiz arasında Aksaray ve bu güzel ilimizin şirin bir ilçesi olan Ortaköy de vardı.

Ortaköy, Aksaray ve Kırşehir arasında, Ekecik dağlarının kucağına oturmuş görüntüsü veren mazbut insanların yaşadığı, 27.000 nüfuslu sakin bir ilçemiz. Burada, dört neslin aynı evde yaşadığı Sarıkaya ailesine misafir oldum. Bu ailenin fertleri arasındaki sıcaklık, muhabbet ve gönül zenginliğine şahit oldum ve imrendim. Bu güzelliği, Millî Gazetemizin siz seçkin okuyucuları ile de paylaşmayı düşündüm.

Dört nesil aynı evde

Evin en büyüğü Zekeriya Amca... 92 yaşında... Eli yüzü nurlu, dinç, akıl ve iradesi yerinde... Zengin bir ibadet hayatı var. Görüntüsü insana güven ve saygınlık telkin ediyor. Gün görmüş bir kişi... İlçeye bağlı Yıldırımköy’de geçirmiş ömrünün büyük bir bölümünü... Köyünde çiftçilikle meşgul olmuş. Şimdi, Ortaköy’de oğlu ve torunlarının yanında.

Zekeriya Amca’nın babası, daha annesi hamile iken, Çanakkale savaşlarına katılmak için köyünden ayrılmış, babası, köyünden çıkarken annesine şu tembihte (veya vasiyette) bulunmuş: “Eğer bir oğlum dünyaya gelirse, ismi Zekeriya olsun.” Gidiş o gidiş... Bir daha dönememiş köyüne... Çanakkale cephelerinde kayıplara karışmış...O din ve vatan kahramanlarına selâm olsun...

Bu sebeple, Zekeriya Amcamız baba yüzü görmeden yetişmiş. Hayatın nice çile ve sıkıntılarıyla karşılaşmış. Asırlık bir çınar görüntüsü veren bu güzel insanın yedi çocuğu dünyaya gelmiş. Hepsini Müslümanlık üzere, ülkesine ve milletine bağlı insanlar olarak yetiştirmeye çalışmış... Torunlarının da aynı istikamet üzere olduğunu, ben bu ziyaretimde müşahede ettim.

Eşi Ümmü Gülsüm Teyze de, Zekeriya Amca’nın yanında...Tam bir Anadolu hanımı... Gün görmüşlüğü her halinden belli... Sadakat ve vefakârlık örneği... Torunu Ekrem Beyle eve ilk girdiğimiz sırada yaşanan sıcaklık ve muhabbet havasını görmeliydiniz. Sabah evden ayrılan torun Ekrem Bey, büyük bir hürmetle ninesinin elini öpüyor; ninesi de torununu, sanki Hac’dan dönmüş gibi karşılayıp bağrına basıyor ve birlikte hasret gideriyorlar.

İkinci nesil ve diğer aile fertleri

İkinci nesil: Hasan Ağabey... Zekeriya Amcanın oğlu...Köy ve ilçesinin ev tamirat işleriyle meşgul olmuş. İlçede eli değmemiş ev yok gibi. İşi ve kişiliği ile ilgili olarak büyük bir saygınlık kazanmış. Dürüstlük ve çalışkanlığıyla ilçesinin takdirini kazanmış. Şimdi, 65 yaşlarında...Bir süre Fransa’da çalışmışsa da, bir türlü Avrupa ülkelerine ısınamamış.Şimdi en büyük zevki, ileriki yaşta bulunan anne-babasına hizmet etmek.

Bu evin üçüncü neslini Ekrem Bey oluşturuyor. Hasan Ağabeyin oğlu ve Zekeriya Amcanın torunu... Ortaköy’de PTTmemuru olarak çalışıyor. 35 yaşlarında. İyi bir aile terbiyesi gördüğü her halinden belli... Kibir ve gururdan arınmış mütevazi bir insan...

Dördüncü nesil, Hasan, Esra ve Zîşan’dan oluşuyor. Bunlar Ekrem Bey’in çocukları... Hasan ve Esra ilkokula gidiyor. Yaşlarından beklenmeyen bir ağırbaşlılık ve olgunluk örneği oluşturuyorlar. Zîşan ise henüz bir yaşında... Küçük Zîşan aile içi eğitimini almaya başlamış bile... Zîşan’ın “Allah” ismi anıldığı zaman gösterdiği coşku ve hareketlilik hâlâ gözümün önünde... Şunu da belirteyim ki, Sarıkaya ailesi düzenli bir Millî Gazete takipçisi... Baştan beri Millî Görüş hizmet kervanı içinde yer almışlar. Bir ilâve daha... 24 Aralık 2006 akşamı, ilçenin tek salonu durumundaki Belediye Düğün Salonu’nda yapılan “Mekke’nin Fethi” programında, bu dört nesil aynı salonda yer almıştı. Ortaköy Belediye Başkanımızdan, ilçenin bu tek salonunun ısıtmasına bir çözüm getirmesini bekliyoruz.

Güzel örnekler ümit veriyor

Şer güçlerin ellerindeki bütün imkânları seferber ederek aile hayatımızı dinamitlemeye çalıştığı bir zamanda, Sarıkaya ailesinin bu örnek görüntüsü geleceğimiz için büyük bir ümit ışığı oluşturuyor. Güzel örneklerin büsbütün kaybolmadığını gösteriyor.

Bir toplumda değerler büsbütün aşınmamış, ideal örnekler yok olmamışsa, o toplum, hâlâ varlığını devam ettirebilecek dinamiklere sahip demektir. Öyleyse, değerlerimize sahip çıkmak, güzel ve ideal örnekleri artırmak için elbirliği yapmak zorundayız. Bu, yarınlarımız için çok gerekli...

Ortaköy, değerlerimizin yaşatılması mücadelesi veren ve ifsat edici unsurlara karış direnen bir ilçemiz...

-BİTTİ-
Hazırlayan: Şakir Tarım


1 yorum

medyatik

Şakir abi ben bir sınıf öğretmenliği öğrencisiyim ama ileriki yaşamımda çocuklarımı bu illetten nasıl kurtaracağımı düşünüyorum.3,5,15 öğrenci drken uluşabildiğim kadar bu konu üzerinde çabagöstereceğim .Ama siz değerli büyüklerimizin de bu konuda çevrenizdeki mücadeleci arkadaşlarınızla daha farklı yerlerde ve mekanlarda çalışmalara ağırlık vermesini çok isterim.İnşallah bu konuda ne pahasına olursa olsun elimizin uzananildiği kadar mücadele etmenizi ümit ediyorum.saygılarımla.

12.03.2007 - Misafir MUHSİN KAPLAN

Konular