Özenmek, imrenmek...

Günümüz dünyasında, insanların zihin ve gönül kimyalarını etkileyen bir ‘zincirleme reaksiyon’ bütün dünyayı sarmış durumda. Bu zincirleme reaksiyon, bir ‘kurgu’ olarak başlıyor ve adım adım bütün dünyayı etkisi altına alan bir ‘olgu’ya dönüşüyor.

Zincirleme reaksiyonun başlama noktası, Hollywood. Amerikan film endüstrisi, sinema filmleri ve dizileriyle, içinden çıktığı ülkeden başlayarak, her ülkeden ve her kesimden insanı belli bir yaşama biçimine özendiriyor. İnsanlar, filmleri izleyerek ve filmlerdeki hayata özenerek, onu kendi dünyalarının gerçeği kılmaya çalışıyorlar. Lüks evler, pahalı arabalar.. derken, yeme-içme biçiminden, konuşma biçimine, hatta gülme biçimine kadar pek çok şey, giderek, filmlere benzemeye başlıyor. Böylece, filmlerin gerçek hayatı aksettirmesi gerekirken, gerçek hayat filmleri aksettirmeye başlıyor.

Fransız düşünür Jean Baudrillard’ın, ‘simülasyon’ kavramıyla açıkladığı bir olgu, karşımızdaki. Filmler, gitgide, gerçek dünyayı hâkimiyeti altına alıyor. İnsanlar, filmlerde gördükleri bir hayatı kurgulamaya başlıyor; değil yalnız evlerini ve yeme-içme biçimlerini, kendilerini bile buna göre şekillendirir hale geliyorlar. Dünyanın hemen her yerinde, insanların, özellikle gençlerin giyim biçimlerinin giderek tek-tipleşmeye başlaması, bu yüzden. Dünyanın hemen her yerinde genç erkeklerin ‘manken gibi’ kızlarla evlenme sevdasına düşerken, genç kızların da ‘manken gibi’ görünmek için rejim yapmaları, boylarını on santim büyük gösterecek ayakkabılar giymeye kalkmaları ve saçlarını sarıya boyatmaları da bu yüzden. Hollywood filmlerinden ve Amerikan dizilerinden taşan bir hayat biçimi, hoyrat ve kaba biçimde değil, ama gizliden gizliye hayatlara nüfuz ederek kendini dayatıyor.

Bunun izlerine, her yerde rastlamak mümkün değil. Yalnız Batı dünyasında değil, Türkiye’de ve başka her yerde... Yalnız gençlerde değil, her kesimde. Yalnız sokaklarda değil, evlerde, marketlerde, vitrinlerde ve başka her yerde...

Filmler, bir hayat biçimini sunuyor. Bir hayat biçimini idealize ediyor. Bir hayat biçimini özendirerek sunuyor, imrendiriyor. Sonuçta, açık ya da gizli, herkes bu özenmeden nasibini alıyor; ve günden güne kendi hayatını ona göre biçimlendirmeye başlıyor. Ama, bütün bunların, filmlerden taşıp gelen bir ‘dayatma’nın eseri olduğunu fark etmeden; bu yolda aldığı bütün kararları kendi hür iradesiyle aldığını zannederek...

Bu öyle bir modern tufan ki, önüne kattığı herşeyi ve herkesi kapıp götürüyor. Sağlam zemine basıyor olması gereken, o yüzden dik duracağı umulan ehl-i dini bile!

Nitekim, şu ülkede gündelik olayların ötesine geçip, hâfıza arşivinin de yardımıyla yılları bir film şeridi gibi birbiri ardına dizdiğimizde, aynı tufanın ehl-i dini de önüne kattığını rahatlıkla, ama esefle görüyor insan. Bugün, ehl-i dinin tüketim kalıplarının ‘ehl-i dünya’dan ne farkı var sahi? Ortalama bir Amerikalı filmlerde gördüğü hayata özeniyor, ortalama bir ehl-i dünyamız filmlerde gördüğü ‘ortalama’ bir Amerikalı hayatına özeniyor, ortalama bir ehl-i dinimiz filmlerde görülen ortalama bir Amerikalı hayatına özenen ortalama bir ehl-i dünyamızın hayatına özeniyor. Böylece, birkaç farkın bizi ayakta tuttuğunu sanıyor olsak bile, dönüşüyoruz; dönüştürülüyoruz!

Bunun bir dizi göstergesi mevcut. Aynı meslek ve gelir grubundan bir ehl-i dünya ile bir ehl-i dinin meselâ harcama biçiminde pek bir fark gözükmüyor. Benzer ‘trend’ler, her iki kesimi de beraberce etkiliyor. Meselâ, aile hayatları, aile hayatı içindeki tavır alışlar, aynı çizgide gelişiyor; her iki kesimde de, ‘daha geniş aile’ye dönük bir ilgi ve onların da ihtiyacını gözeten bir harcama alışkanlığının yerini, ‘çekirdek aile’de başlayıp biten bir ilgi ve harcama trendi alıyor. Her iki kesimde de, kadınların ve erkeklerin kendilerini tariflerinde giderek bir benzeşme gözleniyor. Her iki kesimde de, ‘aşk’a dönük bir vurgu öne çıkarken, ‘fedakârlık’ mânâsını da içeren ‘şefkat’e dönük bir vurgu zayıflıyor. Her iki kesimde de boşanmalar tırmanıyor. Her iki kesimde de bayram algısı yerini giderek ‘tatil’ algısına bırakıyor; ‘holy day’ler ‘holiday’leşiyor! Dindarlık, ehl-i din nezdinde dahi, gitgide hayatın tamamına ve günün yirmidört saatine tesir eden bir anlama ve yaşama biçimi olmaktan çıkıyor. Dindarlığın alanı ve zamanı daralıyor.

Özenmek ve imrenmek, görebildiğim kadarıyla, bu sekülerizasyon sürecinin anahtar kelimeleri. Kendisini bir ‘ideal’ olarak sunan o hayata imrendiğimiz, öyle bir hayata özendiğimiz sürece, bu süreç bitmeyecek...

Saadet Asrında mü’minler bir büyük dönüşüm yaşamış ve bütün bir dünyaya bir büyük dönüşüm yaşatmışlarsa, bir sebebi, özendikleri hayatın ne Kureyş’in faiz zengini müşriklerinin, ne Bizans ve Sâsânî müstekbirlerinin hayatı değil, Fahr-ı Kâinat aleyhissalâtu vesselamın hayatı olmasıydı. Onlar, önlerinde özenilecek ve imrenilecek bir hayat olarak onun hayatını bulmuşlardı.

Onun hayatında, ne Kureyş’in işret anlayışından bir eser vardı; ne Bizans veya Sâsânî saraylarının lüks ve şatafatından...

Ama, sahabiler onun hayatına özendiler.

Çünkü, ‘saadet’ denilen şey, ne Kureyş’in, ne Bizans veya Sâsânî’nin işreti, lüksü ve şatafatı ile gelmemişti dünyalarına; onun getirdiği nurla ve o nurun ışığında bu dünyayı ‘beka’ değil, ‘fena’ yurdu bilmekle gelmişti.

O günden bugüne, dünyanın mahiyeti değişmedi, insanlığın mahiyeti de, saadetin formülü de...

Madem öyle, özenenler ona özensinler.

Başkalarına özenince, başkalarına benziyoruz çünkü...


Metin Karabaşoğlu


1 yorum

malesef öyle oluyo.artık

malesef öyle oluyo.artık hayatımız dizilerdeki gibi oldu.Allah sonumuzu hayır etsin inşallah.paylaşımınız için teşekkürler

15.12.2006 - teslimiyet

Konular