Metin Karabaşoğlu

Ailenin ölümü

İNSANIN, İÇİNDE BULUNDUĞU kâinatta kendine edebileceği en büyük kötülüklerden biri, bir şeyin 'değer'ini belirlemek için 'para'yı ölçü almasıdır. Her bir şey, varolması için tüm kâinatın çalıştırıldığı bir kudret mucizesi olduğu halde, 'fıyat'ı esas alınınca, birdenbire değerden dü­şer. Patates sıradan, istavrit kalitesiz, elma değersiz oluverir. Bol olan, ucuz olan, hatta parasız olan şeyler—bunlardan bir kısmı hava ve su gibi en ziyade muhtaç olduğumuz şeyler ol­sa bile—değerleri düşünülmeyecek kadar değersiz görülürler.

Bir kere 'para' değer ölçüsü olduğunda ise, iş yalnız kimi meyveleri, sebzeleri, yahut suyu, ekmeği değersiz görmekle kalmaz. Çok para getiren işler kıymete biner, hiç para getir­meyen işler değersiz olur.

Sözgelimi, temizlikçi bir kadının yaptığı ev temizliği 'değerli'dir, zira karşılığında para kazanmaktadır. Ama evin ha­nımının yaptığı temizlik 'iş' yerine konmaz, çünkü karşılığın­da bir para kazanımı yoktur.

Aile Evden Gidiyor

“GELİYORUM” DİYEREK GELENLERDENDİ. AYAK SESLERİ DUYULALI EPEY ZAMAN OLMUŞTU ZİRA. YERYÜZÜNDE OLABİLECEK EN KÖTÜ ŞEYLERDEN BİRİ OLUYOR, HAKİKAT GÜNEŞİNİN GURUB ETTİĞİ GARP DİYARINDA BAŞLAYAN KARANLIKLI BİR HALET ADIM ADIM BİZİM DÜNYALARIMIZA DOĞRU GELİYOR; AİLE EVDEN GİDİYORDU.

Ailenin evden gitmesi, çok şeyin elden gitmesi demekti. Bunun böyle olduğunu biliyordum. Zira, bu yöndeki bir dizi fiilî gözlemin ötesinde, ‘yüksek fikir alçalışları’nı keşif yolculuğunun en kritik dönemecinde karşımıza çıkan ‘kemal’ formülünün bir ucunun aileye çıktığını görmüş bulunuyordum. ‘Kemal,’ celâl ile cemalin buluşması, yani celâl içinde cemalin, cemal içinde celâlin varlığı ise, insan kemalini ancak aile içinde bulabilir demekti. Aile, celâl-cemal dengesinin bir mihveriydi.

Aşk Asla Yetmez

BİR İŞİN GEREK şartı aynı zamanda yeter şart olmadığı gibi, parça da bütün değildir. Gelin görün ki, insanoğlu çoğu kez gerek şartı yeter şart zanneder ve çoğunlukla parçayı bütünle özdeşleştirir. Zira, bir iş gerek şart olmaksızın gerçekleşmez ve bir bütün parça tamam olmadan bütün olmaz. Ve bu durum, dikkatlerin kendisi olmadan sonucun gerçekleşmediği 'gerek şart' ile kendisi olmadan bütünün yarım kaldığı 'parça' üzerinde yoğunlaştırır.

Bu yoğunluk--parça-bütün ilişkisi gözden kaçtığı ve gerek şartın yeter şart olmadığı unutulduğu takdirde--sair şartlara ve sair parçalara, hatta işin ve bütünün tamamına dair bir algı körlüğünü getirir. Bu körlük, idraki daraltır. Sonuç parçanın bütünün tamamı imiş gibi muamele görmesi, 'gerek şart'ın ise 'yeter şart' makamına terfi etmesidir.

Aşkın Ölümü

Gitgide daha fazla insanın dünyasında aşkın öldüğü bir zamanda yaşıyoruz.

Kimileri, şehvetle aşkı karıştırıyorlar. Karşıdakini bir ‘insan’ olmaktan ziyade,

bir beden, hatta elde edilecek bir ‘av’ olarak görenler zuhur ediyor.

Bu ise, aşkı öldürüyor. Çünkü aşk ruhların beraberliğidir;

bedenlerin değil...

...

Hayatım boyu, ‘duygusal’ biri olmayı beceremedim. Bir ‘çocukluk aşkım’ olmadı meselâ. İlkgençlik yıllarım boyunca da, ne zaman kendimi ‘âşık oluyor gibi’ hissetsem, bunun bir ‘gibi’den ibaret olduğuna inandırdım kendimi. Aşk denilen şey öyle ‘-miş gibi hissederek’ gerçekleşen bir duyguysa çok temelsiz olmalıydı. Yok eğer aşk çok esaslı bir duyguysa, aşk, kendini ‘âşık oluyor gibi’ hissetmekten son derece farklı olmalıydı. Etrafıma baktığımda, ilkokul, ortaokul veya lisede âşık olduğu—yani, benim anlayışımca, âşık olduğunu düşündüğü—biriyle evlenmiş hiç kimse yoktu. Ama okul yıllarını ‘âşık oldum’ sarhoşluğuyla boşlayıp, hayatının ilerleyen yıllarında boşa kürek sallayan çoktu.